Link Listesi
ELİF KIZ,IN KADERİ. 3.
Çünkü trafik ışıkları dengesiz bir şekilde yanıyordu; orada ki dört lü bir kavşak da, bir taraftan yayalara geç diye yeşil ışık yanarken, başka bir kavşakda da araçlara yeşil ışık yanıyordu, yayalar kendine yanan yeşil ışığı takip ederken, öbür taraftan da araçlara yeşil ışık yandığı için, araçlar sağa ya da sola döneceklerinden dolayı yayaların yol hakkını gasp ediyorlardı. Bir taraftan yayalar geçerken, diger taraftan da araçlar seyir halinde oluyordu - işte o zaman o yolu karşıdan karşıya geçmek de fermana mahsus oluyordu; Allah muhafaza, ölümle her an burun buruna geliniyordu, zaman zaman da kazalar oluyordu, bu kazaların çoğu da ölümle sonuçlanıyordu. Trafik açısından, Malatya ‘nın en tehlikeli yeri burasıydı. Sanıyorum! Malatya yı yöneten yerel yöneticiler de bu keşme keş trafiğin farkına varmışlardı. Son dönemlerde belediye nin alt geçit gibi bazı çalışmaları var dı” diye, not defterine de not almayı ihmal etmiyen Yusuf, (hanımı) Hatice hanım ın elinden de tutarak sağa sola da dikkatlice bakıp – araçların gelmediğinden emin olduktan sonra, yine de dikkatli bir şekilde karşı taraf geçmişlerdi. Karşıya sağ salim geçtikten sonra, derin bir oh çekip Allaha da şükür etmeyi ihmal etmiyorlardı. Çevre yolundan karşıdan karşıya geçmenin korkusunu üzerlerinden atıp da rahat bir nefes aldıktan sonra, tekrar yollarına devam etmişlerdi. Malatya şehri, kendi, halkı için, halkı nın rahatı için halka hizmet adına pek çok güzellikleri mevcuttu. Bunlardan biride, aşağı yukarı her yüz metre de, (sebil olarak) halkın susadıkca içmesi ve (günün sıcağından) terledikce ellerini yüzlerini yıkamaları için su çeşmeleri vardı.. hatta bu çeşmelerin (hemen) yanı başında bir metre kadar zincire bağlı su tası da vardı. Bu çeşmelerde su içmek isteyenler elleriyle içtikleri gibi orada ki tas ile de içiyorlardı. Yusuf ile Hatice çevre yolu nu geçtikten sonra, yüz metre kadar ilerdeki su çeşmesine geldiklerinde “ eşi hatice ye, dur hele hatice hanım dur!... Dur da, Allah ın hayrına şu çeşmeden akan buz gibi suyundan hemi elimizi yüzümüzü yıkıyalım hemi de şu güneşin sıcağından, yanmış yüreğimizi soğutmak için buz gibi soğuk suyundan içelim” diye hatice hanımı da soğuk suyun başında eğlemişti; sebil olarak devamli akan su dan her ikisi de sırasıyla önce ellerini yüzlerini yıkadılar daha sonra da o güzelim kalaylı tas ile birer ikişer tas da su içtiklerinden sonra, birbirlerinin gözlerine bakarak, biraz olsun rahatladık (galiba) dercesine biri valizi bir digeri de çamaşır dolu poşeti ellerine alarak yollarına devam edip – önlerine çıkan renkli dügün salonu nun oradaki trafik ışıklarından’da karşıya geçip Turhan Emeksiz caddesine girmişlerdi. Hatice, Yusuf a şu poşet ile valiz i anan gil in oraya koyalım da ondan sonra, çıkıp biraz Malatya yı gezelim” olmaz mı? Diye düşüncelerini aktarıyordu” Yusuf da, olur hanım olur, sen nasıl istersen öyle yaparız. (Amma) önce, hele eve bir varalım, ev de varlar mı yoklar mı? Eger ev de yoklarsa, bu eşyalar ile Malatya yı nasıl gezecez” diye Yusuf da aklından geçenleri sıralarken, eve de gelmişlerdi. dış kapı nın ziline her ne kadar bastılarsa, bir türlü içerden birileri gelip de kapı yı açmıyorlardı. Yusuf da (eşi ne) aklıma gelenler başımıza geldi. Bak ev de kimseler yoktur derken,
Sayfa: 56.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Hatice hanım da (Yusuf a) aklıma yeni geldi” Fatma, belki biz ev de olmazsak kapı yı açarsınız” diye ,evin anahtarı nı bana vermişti. Ben de, valizde ki cüzdanıma koydum. Cüzdanımdan anahtarı al da kapı yı aç” diye, Yusuf a söylerken, Yusuf da anahtarı alıp kapı nın kilidini açtılar” amma, kapı arka taraftan sürgülü olduğu için bir türlü açılmıyordu. Yusuf, kapı nın sürgüsünü boşa düşürmek için pek çok metot uyguladı amma, bir türlü kapı yı açamadılar. Kapı aralığından içeriye baktıklarında (hemen) karşılarındaki ayakkabılığın üzerinde birde bayan çantasını gördüler, içeride birilerinin var olduğunu” hatta ilk akla gelen (acaba) bayan ın biri misafir gibi gelerek ev de hırsızlık mı yapıyor? diye, düşündüler, daha sonra bu düşüncelerinden vaz geçip – Şahin ile kız arkadaşının ev de olduklarına karar verdiler. Bir taraftan Yusuf, bir taraftan da Hatice, (ağızlarını) kapı nın o boşluğundan dayayıp içeriye doğru, Şahin, Şahin, Şahin eger içerdeysen şu kapı yı aç da, elimizdeki valiz ile şu poşeti içeriye koyup da geri gidelim” diye, her ne kadar bağırdılarsa da, o kocaman apartman ın her tarafından Yusuf ile Hatice nin yankılanmış sesleri geldi de, o içeriden “tık” diye hiçbir ses çıkmadı. İçeriden her hangi bir ses gelmeyince? Yusuf ile Hatice de (acaba) içerdekilerin başına kötü bir şey mi geldi de kapı yı açmıyorlar” diye, korkmaya da başlamışlardı. Yusuf, daha edemedi, içeriye seslenerek, bak şahin (beni) iyi dinle, eger ki kapı yı açmazsan, biz polise gideceğiz, polis de bir çilingir getirip kapı yı açarlar; peki, biz polise niye gidecez, Onu da biliyormusun? çünkü, biz senin hayatından endişe ediyoruz. Eger evdeysen , ben evdeyim, hemi de bir misafirim var de: bizim de içimiz rahat bir şekilde buradan çekip gidek” diyordu. ama nafileydi. Yusuf ile Hatice, saate baktıklarında çalışan memurların paydos saati olduğunu anlayınca – birbirlerine bakışıp“ hadi Fatma nın iş yerine doğru gidek” diye, yola düşerler; bir müddet yol gittiklerinden sonra, paydos etmişte evi ne doğru gelen, Fatma ile karşılaşıp – başlarından geçen onca olayları Fatmaya da anlata anlata eve gelirler; hep birlikte merdiven dairesine girdiklerinde, Fatma, abisiyle yengesine, aha bu koku Şahin in kendine sürdüğü kokusu, bu koku Şahin in kokusu olduğuna göre, Şahin de evdedir, deyip – merdivenlerden çıkıp da evin kapısına gelerek, yine o kapı aralığından ağızlarını dayayıp içeriye doğru, ula Şahin, Şahin eger içerdeysen gel de şu kapı yı aç diye, her ne kadar bağırdılarsada, bir türlü içeriden birileri gelip de kapı yı açmadı; içeriden birileri gelip de kapı yı açmayınca, Fatma nın da içine korku düşmüştü. Fatma, abisiyle yengesine, hele birde dışarıya çıkıp da oradan seslenem deyip – dışarıya çıkar. Yusuf ile Hatice, bir pişmanlıkla birlikte merdivenin basamağına oturmuş öylece bekiyorlardı ki - Fatma dışarıdan içeriye, abisiyle yengesinin yanına gelmişti.
Sayfa:57.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gelir gelmez de abisi gile korkmayın, korkmayın kör olmıyasıca içeride, beni karşıda görünce” o’da balkona çıkıp – bana, siz buradan uzaklaşın da, biz de çıkıp gidek” diyor, utanmaz çocuk he; kız arkadaşını eve getirmişte, utandığından mı, yoksa korktuğundan mı, size ses vermemiş” dedikten sonra, sözlerine devam ederek, (abisiyle yengesine) siz şu arka tarafda ki bahçeye geçinde, ben de o’nlara burada kimseler yoktur, hadi çıkın da gidin” diyem, diyerek, abisiyle yengesini arka taraftaki bahçeye yollar – kendiside evi nin kapısına yönelir. Bahçeye gidenler de, bahçedeki dut ağacından dut yemeyebile başlarları. Aradan beş on dakika geçtikten sonra, Fatma da bahçeye gelmişti. Abisi yle yengesi ne, (tamam) o utanmazları gönderdim, Şahine de, ulan utanmaz sen ne hakla bu kızı eve getirdin” diye, kızınca? Kız da, bana ne desin, biliyormu’su-nuz? Şahin beni getirmedi. Ben, Şahinle geldim” diyor, duyunca aklım şaştı, kuruyup kaldım. Demek ki zamane kızlar hep böyle başı boş ve serbest oluyorlarmış” deyip, yine, abisi yle yengesi ne, siz de burada dut mu yiyorsunuz, bu ağacın dutu da çok şireli oluyor” deyip – tekrar abisi gile, Şahin gil gittiler, (hadi) biz de yukarıya eve gidelim dedikten sonra, hep birlikte yukarıya evlerine giderler. Her üçü de eve girdikten sonra, Yusuf, bu dürzü bu içerilerde ne yapıyordu (acaba)” deyip – odaları bir bir kontrol ettiğinde, oturma odasında ki, sehpa nın üzerinde tabaklara konmuş iki tabak pasta ile bir şişe fanta bulur. Şahin gil ne pasta dan yeyip ne de fanta dan içmişlerdi. Yusuf, fanta ile pasta yı görünce, eşi Hatice hanım ile kız kardeşi Fatma ya, eyy ahali, hele buraya gelin bakalım, ben neler buldum, burada neler var neler diyerek, o’nları da yanına çağırır; Hatice ile Fatma, Yusuf un yanına gelince, o’da sehpadaki pasta ile fanta yı gösterir; bu arada Fatma söze girerek, hele bakın şunlara ki daha pastalarını bile yiyememişler” dediğinde, Yusuf da kız kardeşi Fatma ya, biz kapı nın zili ni çaldığımızda, Şahin gelip de bize, (dayı) içeride benim misafirim var. Siz şimdi gidin de, daha sonra gelirsiniz deseydi? Biz de çeker giderdik. Yani, biz bu kadar mı cahil ve görgüsüzüz, biz esasında, içeriden ses çıkmayınca işte o zaman korktuk. (acaba) içeride her hangi kötü bir durum mu var” diye, buradan uzaklaşamadık” deyip – (hemen) oradaki çekyat a oturan Yusuf, eli ne çatalı da alarak, tabaktaki pastadan bir parça alıp yerken, vay vay vayyy çok da güzel pastaymış, siz de buyurun oturun da, Şahin in hayrına hemi pasta yeyin hemi de birer bardak fanta için” diyordu. kendisi de ha bre pastayı yerken, eşi Hatice de o’nun yanına oturup - o’da o bir tabaktaki pastayı yemeye başlamıştı. Abisi yle yengesi nin pasta yediklerini gören Fatma da, ben de mutfağa gidem de akşam yemeğini hazırlayam bari deyip – o’da mutfağa gider. Bu arada Yusuf, iki bardağa da fanta doldurarak bardağın birini eşi ne verip diger bardağı da kendisi alıp havaya kaldırarak, hadi hanım, Şahin ile o kızın şerefine içelim. Hemi o’nların şerefine içelim hemi de şu güzelim pastayı afiyetle yiyelim diyordu.
Sayfa: 58.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Fantayı birlikte içtiklerinden sonra, Hatice hanım da pasta dan bir iki lokma yeyince” (pasta) o’nun da hoşuna gelmişti – her ikisi de birlikte pasta yı yeyip fantayı da içip bitirmişlerdi. Bu arada Yusuf, yegeni Şahin in arkasından duasını da hiç eksik etmiyordu; her ikisi de yeyip içtikten sonra, bulaşık tabaklarını da toparlayıp mutfağa götürdükleri sıra; Fatma da bir yandan cıgarasını tüttürüyor bir yandan da akşam yemeğini hazırlıyordu. Abisi’yle yengesi nin bulaşık tabakları nı tezgahın üzerine koyduklarını görünce, Fatma (yine) abisi’yle yengesine, şu Şahin in yaptığını görüyormusunuz? Ömründe ilk defa bir kız arkadaşını eve getirip de keyf li bir zaman geçireceklerken, (senin) onca planların suya düşsün rezil rüsva ol?. deyip – kendi kendine hemi üzülüp hemi de hayıflanarak sözlerine devamla birlikte, ulan eşşek Şahin, (duydun ki) evin zili çalıyor, hele var kapıya da bir bak; o gelenler kim, baktın ki gelenler dayın gil… o zaman da (dayı na) dayı, benim evde misafirim var; şimdi gidin de sonra gelirsiniz” dersin, dayın da sana, (yok) ille kapıyı aç da bizde mi gelek diyeceklerdi sanki” diye, kendi kendine söylendikce; Yusuf da, he vallahi, (Şahin) kapı nın ağzına gelip de, (dayı) benim misafirim var; deseydi, he vallahi de billahi de, biz de çeker giderdik. Öyle değil mi hanım” deyip – Hatice hanım ın gözlerine bakarak, sen de bir şeyler söylesene” yav, deyince, Hatice hanım da, he vallahi kapı açılmayınca (acaba) içeri de kötü bir şey mi oldu” diye, ben de çok korktum, amma o’nun yerinde Hasan olsaydı? hiç böyle meşakkatli ve korkulacak bir durumla karşı karşıya kalınmazdı. Zaten, Hasan ın kız arkadaşı hiç kimseden çekinmeden / korkmadan buraya gelip gidiyor; diye, söyleyince, Yusuf da he vallahi o kız buraya serbest ce gelip gidiyor, hemi de geçen günü (bana) bir fincan kahve pişirip getirdi. Kızcağız bana kahveyi verip gittikten sonra, (hemen) Hasan yanıma gelerek, kahven iyi pişmiş mi dayı; diyordu, birde bana, dayı ma bir kahve pişir hemi de bol köpüklü olsun kız; dedim diyor, ben de sağol Hasan ım, sen de sağol o kız arkadaşın da sağ olsun, kahvesi de çok güzel olmuş, hemi de bol köpüklüydü, ellerine sağlık, o’na da ayrıyeten teşekkür ederim dediğimde, o’da bana, sen de sağol dayı; afiyetle iç kahveni dedikten sonra, çekip öbür tarafıya kızın yanına gitti. Bak ne güzel bir davranış; işte hasan ile Şahin in arasında ki fark burada, biri çok utangaç, bir digeri de onun tam tersi, çok rahat. Hasan pek çok şeyi anlayıp bildiği gibi bazı durumları da idare etmesini biliyor; bak, ne alaa, keşke Şahin de Hasan gibi böyle rahat biri olsaydı” ama, olamıyor işte!...
Sayfa: 59.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Çocuk, çok utangaç bir çocuk; korkam ki yarın, Hasan askerliğini yapıp gelsin de? Şahin daha askere gidecek olsun: Yusuf, böyle deyince, (Fatma) da he vallahi abi ya, aha bu şahin var ya, çok utangaç olduğu için her şeyden geri kalıyor. Hasan da alacağını, söke söke alıyor. (onun hesabı) Hasan, Şahin den önce askere gider de gelir” diyordu. Yusuf ile Fatma nın konuşmalarını duyan, Hatice hanım da Şahin in utangaç ve çekingen haline hemi gülüyor hemi de (çocuğa) yazık oldu” diyordu. nitekim akşam olmuş hatta aradan hayli bir zaman geçmiş, gecenin de bir vakti olmuştu. Ama, Şahin hala eve gelmemişti. Şahin eve gelmeyince, Fatmayı da bir korku bir heyecan sarmıştı. Fatma kendi kendine konuşarak; görüyün mü şu oğlan ın (bize) yaptığını, aha gece nin şu saati oldu da hala eve gelmedi” diyordu ki, tam o sıra da dış kapı sessizce açıldı. Balkon da oturanlar da duydukları kapı sesi ne kulak misafiri olmuşlardı; kapı açılıp da içeriye birinin girdiğine, daha fazla dayanamayan Fatma, Şahin geldi herhalde” deyip – hemen kalkıp kapıya doğru gidip bakar; Şahin mi geldi” diye,” evet” Fatma nın tahmini doğruydu, çünkü her anne kendi çocuğunu iyi kötü tanırdı. Fatma da kendi çocuklarını iyi kötü tanıyordu. Ve koridora çıktığında oğlu Şahin ile karşılaşır. (Fatma) Şahine, sen her ne kadar sessizce” tavşan gibi gelsen de? Ben bir anne olduğum için, sizlerin en ufak tıkırtılarınız bile kulağıma gelse, sizin ne yaptığınızı hatta eve ne zaman gelip de ne zaman gittiğinizi (hep) bilirim. Hadi, şimdi doğruca yatak odasına git de yat uyu. Biz (daha) dayın gil ile oturuyoruz” deyince, Şahin de “ey ey tamam anladık” deyip – balkon tarafına bile bakmadan doğruca yatak odasına gidip ağzı üstü yatağa uzanır. Şahin, yatmak için yatak odası na gidince, Fatma da içi rahatlamış bir halde (geri) balkona gelir. Fatma balkona geldiğinde, Yusuf da kız kardeşi Fatma ya, o gelen Şahin di değil mi” diye soruyordu. Evet, yanıtını alınca o’nların da içi rahatlamıştı. Nitekim bir hayli vakit geçtiği için, Yusuf da kalkıp giderek o’da yerine yatar. Ertesi günü, (Şahin) yiyemedikleri pasta yı her ne kadar aradıysa da bir türlü bulamaz. Bir müddet sonra annesi uyandığında, (Şahin) dünkü yiyemedikleri pastayı annesine de sorar; annesi de, (oğlu na) dün siz evden çıktıktan sonra, o pasta yı dayın görünce oturup bir güzelce yemeye başladı. Dayı nın pasta yediğini gören yengen de oturup öbür tabakta ki pasta yı yedi, hatta her ikisi de pasta yı yerken, birde fanta dolu bardağı havaya kaldırarak” hadi, Şahin ile o kızın şerefine içelim” diyorlardı. Yani, senin anlıyacağın o pastayı da fantayı da dayın ile yengen, senin ile kızın şerefine bir güzelce yeyip içtiler” deyince, Şahin in yüzü iyice asılmaya başlamıştı. Kendi kendine, yahu bu adam bizi şuracıkta rahat bırakmadığı gibi birde pastamızı yemiş.
Sayfa: 60.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Üstüne üstlük fantamızı da içmiş”deyip – devam ederek, ben o pasta yı özel olarak (kız arkadaşım için) yaptırmıştım. O güzelim ve özel olarak yaptırdığımız pastamızı yediğiniz de vicdanınız rahatmıydı acaba? Diye, dayısı Yusuf ile yengesine sitem ediyordu. Annesi Fatma da (oğlu na) hey akılsız adam, farzet ki dayın gil değil de bir başkası gelip kapının zili ne bastıy’dı? Sen (gene de) o kapı ya bakmayacakmıydın; tabi ki, kapıya varıp o gelenin kim olduğunu (en azından) soracaksın. Bu gelenlerinde dayın Yusuf ile yengen olduğuna göre, (sonuçta seslerini de duydun) sen gidip de dayına, dayı benim misafirim var” dedin de, (o’nlar da) yok illa kapı yı aç da içeri mi girek dediler. Tabi ki demezlerdi. Hatta çekip giderlerdi. Ama, sen bu kadarcığı bile düşünemiyorsun. Sen boşuna dayın gile bahane bulma. Adamlar bir iki yıl da, bir - şuraya geliyorlar, bırakın da adamlar şurada birkaç gün rahat etsinler” dedikten sonra, Şahin in yüzüne doğru eğilip gözlerine de bakarak, beni anladın mı Şahin im” diye de nasihatta bulunuyordu. Şahin de boynu nu sağa sola bükerek - ayağa kalkıp dışarıya giderken de ey ey anladık, hanım efendinin abisi ya, hiç de toz kondurmaz” dediği sıra dışarıya da çıkmıştı bile; bir müddet sonra, Yusuf ile Hatice de uykularından uyanmış / kalkmışlardı. Birbirleriyle günaydınlaştıklarından sonra, (Fatma) abisiy’le yengesine, niye erkenden kalktınız, biraz daha yatıp uyusaydınız ya” diye, o’nların sabah ın erken satin de kalktıklarını söylüyordu. Yusuf ise sabah erkenden kalkmak benim her zaman ki halim olduğu için, bu gün de öyle erkenden kalktım işte” deyip – sözlerinin devamında, Fatma ya sormak suretiyle? Köylülerin burada dügünlerimi var” öylemi diye öğrenmeye çalışıyordu; o’da, (he abi) belediye başkanı nın (herhal de) dügünleri varmış, duyduğuma göre oğlunu everecekmiş” diye yanıtlayınca, Yusuf da dügünün ne zaman ve nerede olacağını soruyordu ki (Fatma da) bize dügün davetiyesi gelmediği için, dügünün ne zaman ve nerede olacağını bilmiyorum” diye yanıtlıyordu. Ancak, sözlerine devam ederek, dügünün ne zaman ve nerede olacağını bilse bilse bizim Hasan bilir dedikten sonra, (abisi ne) sen de o dügüne gidecekmisin” diye soruyordu. Yusuf da kız kardeşine, (valla) Fatma, bu adam” yani, belediye başkanı olacak bu zat, bizim akrabamız. Benim de akrabalık kavramından anladığım ise, akrabalar birbirine sıkı sıkıya bağlı olurlar / birbirlerini sayar severler / birbirlerinin karını, kimsini, çıkarını gözetirler? Benim bildiğim akrabalık böyle olur; oysa, bu adamdan bize karşı hiç bir ilgi ve alaka yoktur. Onlar ile bizler akraba olduğumuz halde, her nedense bizlerden uzak ve çok çok da mesafeli duruyor. Bizlerin de akraba olduğumuzu bilmeyenler ise. (bizlere) herhalde bunlar ayrı ayrı köylerin insanları derler. Bizlerin akraba olduğumuzu bilenler de, yahu, bunlar nasıl akrabalar” demezler mi? Tabi ki derler. Eee, onun ötesinde, arada çeşitli dedikodu yapanların da haddi hesabı bilinmez, dedikodularıyla her iki tarafında yüreklerini kabartıp – onlar ile bizlerin aramızda ki soğukluğun devam etmesini sağlarlar. Hee şimdi aklıma geldi. (Sen) bana bu dügüne gidecekmisin diye soruyorsun. Evet, ben de bu dügüne gideceğim, ancak bir el gibi gideceğim. Aslında bir akraba gibi gitmek istiyorum? Ama, o’nun la ben bir akraba olarak yan yana gelemeyiz ki? Sen, bana diyeceksin ki” niye yani, bir akraba olarak yan yana gelemezsiniz? İşte, ben de sana diyorum ki - biraz evvel söylediğim gibi, o’na yakın olan o yağcılar / yardakçılar” var ya, işte o’nların yüzünden bizler bir akraba olarak yan yana gelemeyiz diyordum, diyordu.
Sayfa:61.
-----------------------------------------------------------------------------------------
Yusuf, bu söylediklerinden sonra, kız kardeşine, yahu Fatma bu gibi olumsuzlukları ben düşünüyorumda, o düşünmüyormu? Birde üstüne üstlük kocaman belediye başkanı” dediğinde, Fatma da (abisi’ne) amaaan abi sende, akıllı olmak, adam olmak, mevkide makam da değil ki; adam olmak “var ya, yani, adamlık insan ın için de olacak / özün de olacak; kim olursa olsun, özü sözü çürük olan dan adam mı olur. Kim görmüş öylelerinden adam olanı” diye, Fatma da kendi görüşlerini açıklıyordu. Yusuf ile Fatma birlikte konuşurlarken çalan telefonu kaldıran Fatma, telefonda konuşurken (abisine de) biraz evvel ki lafı nı ettiğimiz bizim Hasan” diyordu. Yusuf da, telefondakinin hasan olduğunu öğrenince (Fatma ya) belediye başkanının dügünü ne zamanmış, onu da öğren diyordu. Fatma ile Hasan biraz konuştuktan sonra, dügünün ne zaman ve nerede olacağını soran Fatma ya kardeşi Hasan ın cevabı ise, o’nların dügünü filanca tarihte, Elazığ yolu üzerinde filanca dügün salonunda olacakmış; eger ki, o tarihten önce abim gil köye gelirse buradan birlikte gideriz. (Yok) eger ki, abim gil köye gelmemiş olurlarsa? O zaman da biz Malatya ya geldik mi, akşama kadar sizinle bir arada olur, akşam da hep birlikte dügüne gideriz” diye konuşarak, Fatma ile Hasan fikir mutabakatına varmışlardı. Fatma dan sonra da, Yusuf- biraz olsun Hasan la sohbet etmişti; Yusuf, Fatma ya daha bir hafta var dügüne; o güne kadar kim öle kim kala” yani, öyle ki, bir hafta da nice iktidarlar yıkılıp – yerlerine de nice iktidarlar kurulur? Yani her şey nasip kısmet, (o zaman) burada da olabiliriz, köye de gitmiş olabiliriz. Eger ki, burada olursak (dügüne) buradan gideriz. (Yok) eger ki köy de olursak - Hasan gil ile (oradan) gideriz“ deyip – sonra da, Amaaan sen de Fatma, yeter ki Allah can sağlığı versin. “Hani derler ya, “gelin ata binmiş, ya nasip demiş” (onun hesabı) her şey nasip – eger ki o dügüne gitmeyi bizleri yaratan Allah nasip ettiyse, bunun önü ne hiçbir kuvvet çıkamaz. (yok) eger ki bizim o dügüne gitmemizi cenabı Allah nasip etmemişse? biz her ne kadar gayret edersek edek, (yine de) o dügüne gitmemiz bize nasip olmaz. yani, anlayacağın her şeyin sonu gider Allah a dayanır. Yeter ki cenabı Allah yaratığı kullarından yüzünü çevirmesin. Eger ki o yüce Allah kullarından yüzünü çevirirse “var ya, o insan ne yaparsa yapsın? Bir şeyin iki ucunu bir araya getiremez” diye, kız kardeşine Allah ın ilahi kudretinden söz ediyordu. Günlerden ( o günü) cumartesi günüydü. Fatma devlet işin de çalıştığından dolayı hafta da iki gün” yani, cumartesi Pazar günleri tatil yapıyordu. İşte bu sebepten dolayı Fatma ev de olduğu için abisi’yle bol bol sohbet ediyordu. Zaman zaman da konuştuklarına gülüşüyorlardı; Neyi konuşmamışlardı ki.? Fatma, daha çocukken oda da ki sobayı devirmişti de sobanın içindeki ateşler – yerde serili olan halı nın üzerine dökülmüş, ateşin döküldüğü yer de tamamen yanmıştı.
Sayfa: 62.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Fatma da abisi’nden korktuğu için halı nın yanan yerini gizlemeye çalışıp üzerine minder koymuştu ki, (abisi) halının yanmış olduğunu görüp de kendisini dövmeye… ancak, devrilmiş olan sobayı, tekrar kurarlarken, “Hani, derler ya, (güneş balçıkla sıvanır mı)? Yusuf da halının yanmış olduğunun farkına varır. Kız kardeşleri olan Esengül ile fatma’ya, (sizler) mutlaka dikkat etmedinizde, birde bu halıyı mı yaktınız” Diye, habre kızıp dururken, hersini alamayan Yusuf, daha edemeyip, halıyı ateşten koruması için soba’nın altına koyacağı elinde ki o kocaman yassı taş ile fatma’nın kafasına kafasına vurmaya başlar. Birde ağzının için de mırıldanarak, bir daha bu sobayı devirip de bu halı yı yakacakmısın “diyordu. bu arada, her nedense Esengül e hiç bir şey demiyordu. Çünkü, soba devrilip de halı yandığı zaman o ev de yoğumuş da ondan bir şey demiyormuş. En küçükleri ise Zekine’ydi, o’da daha küçücük çocuk olduğu için, o’na bir şey demiyordu. Yusuf ile Fatma böyle konuşarak, geçmişi bir hayli irdelemişlerdi. Konuştukca laf’da lafı açıyor - hayli derinleşip gidiyordu. Fatma abisi ne bakarak? he yav abi, o zaman sen beni ne kadar dövmüştün. Hele de elinde ki o kocaman taş ile kafama kafama vurdukca, ben de (korkumdan) sana bir şeyde diyemiyordum. ertesi günü bile kafamın ağrısı dinmediği için, elimi başıma attığımda birde baktım ki, (senin) o taş ile vurduğun yerler aha böyle gülle gibi şişmişti. (diyerek) abisine sitem ettiğinide gizlemiyordu. Daha sonra, Fatma nın aklına, (inekler için) ekin tarlalarına ot toplamaya gittikleri gelmişti. Fatma, (abisi ne), yav abi, bir keresinde anam, Gülüzar abla, Satı abla, Saadet abla, ben ve Evren hep birlikte, eşekleri de alıp dilber bağı tarafına doğru ot toplamaya gitmiştik. Tarla nın birinde de öyle bir güzel ekin vardı ki, o ekinlerin içine girdiğimizde (sanki de) boyumuzu aşıyordu. Ayrıyeten ekin tarlasında bir sürüde ot çıkmıştı. Bu Otların bolluğunu gören kadınlar da bir keyfi’nen bir zevki’nen ot toplamaya başladılar ki, keyflerine diyecek yoktu; (hemen) az bir zaman da çuval çuval ot toplanmıştık. Hee şunu da söylemeyi unuttum? Deyince, Yusuf da, hiçbir yeri atlamadan inceden inceye, güzel güzel anlat şu ot macerasını ki heyecanı bol ola diyordu ki, (Fatma) yav abi, benim unuttuğum bizim eşeklerdi eşekler. Bende de de öyle bir akıl var ki (kocaman) eşek kadar eşekleri nasıl unuttum “deyince, Fatma nın bu komik konuşmasına karşı -Yusuf da ha ha ha “diye, gülmeye başlayınca, (Fatma) abisi ne, yav abi durup dururken (şimdi) niye gülüyorsun? Sorusuna karşılık, Yusuf da, ilahi Fatma sen çok yaşa emi, (ben) niye güldüm biliyormusun; hani, yav abi ben bir şeyi söylemeyi unuttum “yani, eşek kadar eşekleri unuttum, dedin ya, (işte) ben senin o lafı na gülüyorum deyip - ardından da, amaaan Fatma, boş ver benim güldüğümü. Eşekler aklına geldiğine göre, (unutmadan) o eşeklerden başla hele, eşekleri ne yaptınız* diye sorularını peş peşe sıralayıp lafı derinleştirmek istiyordu.
Sayfa: 63.
-----------------------------------------------------------------------------------------
Ama, Fatma da, yav abi benim ile dalga geçme şimdi!... o zaman, biz ekin tarlasına girmeden tarla nın sınırına kazık çakarak eşeklerin yularını sıkıca kazığa bağlamıştık hemi; Gülüzar abla, Satı abla, Saadet abla, anam ve ben topladığımız çuvallar dolusu otları ekin in içinden sınıra kadar getirerek sınırda da eşeklere yükleyip de eve gelek; yani, her zaman ki yaptığımız gibi yapıyorduk. Otları topladıktan sonra, Satı abla ile (ben) birlikte eşekleri çözmeye gitmiştik, oraya vardığımızda” Evren de eşeklerin yanındaydı. Satı abla nın eşeği de biraz inat ve çifteli olduğu için, (Satı abla) eşeğine, aman da benim kara gözlü güzel eşeğim” diye, severek yaklaşmaya çalışıyordu ki? Güya, eşek te (Satı abla nın) kendisini sendiğini anlaya da, kazıktan yuları çözülünce tepinip de çiftelenmeye… Satı abla, eşeğini severek yaklaşırken, Evren de o’nun diline öykünmesin mi; vay Evren öykünmez olaydın. Satı abla aman da benim kara gözlü eşeğim” diye, sevdikce, Evren de Satı abla nın diline öykünmeye devam ediyordu. (Oysa), Evren, Satı abla nın diline öykündükce, o’da içinden içinden, Evren e kızarmış. Satı ablanın o’na kızdığını anlasam, ben Evren i ikaz eder ayıktırırdım, biz ne bilelim Satı abla nın Evren e kızdığını: demek ki Satı abla yı kızdıracak en son noktaya getirmişki. Satı abla, bu sefer içinden değil de, eşkere / aşikar olarak kızmaya başlamıştı. Evren in de aklı iyice ermiyor ki sesini kese, o Evrene kızdıkca, evren de o’nun diline öykünmeyi daha da fazlalaştırdı, “derken, Satı abla yerden bir taş alıp Evrene attı, attığı taş da Evren in ayağına değince, bu sefer de Evren, yerden bir taş alıp Satı abla ya atınca, taş geldi geldi Satı abla nın başına değmesin mi. (taş) Satı abla nın başına değince, oyy başım” deyip de - elini başına atarken, Evrene de ula Evren, senin baba’yın sakalına şey ederim, hele sen dur bakam “deyip - eşeğini de topladığı otu da bırakıp Evren in peşine düşmesin mi. adam boyu ekinlerin içinde, Evreni kovalıyor amma, (hiç) Evren o’nun eline geçer mi, eger ki bir yakalasa” var ya, Evren i çiğ çiğ yiyecek (sanki) öyle hırslanmıştı. bu arada, anam olsun, Gülüzar abla olsun, Saadet abla olsun, o’nlar da, Satı abla ile Evren in haline hemi gülüyorlardı, hemi de Bir yandan (O’nlar) Satı abla ya, gız gel anam gel de şu eşeğine otu yükleyek de eve gidekin. Sen (niye) Evreni karşına alıp da kocaman adam yerine koyuyorsun. O’nun daha ne aklı eriyor ne de başı eriyor. O daha çocuk” Diyorlar, (ama) o’nların yapma, etme, ayıptır demeleri, Satı abla yı yola getirmiyordu. Satı abla, Evreni kovaladıkca; o’da hala o’nu kızdıracak hareketler yapıyordu. Evren baktı ki, Satı abla kendisini kovalamaktan vaz geçmiyor, (eger ki o’nu yakalayıp da eli ne bir geçirse” var ya, o’nu çiğ çiğ yiyecek) Evren, daha edemedi köye doğru kaçmaya başladı. Satı abla da o’nun peşinden koşuyor ama, Evrene yetişemiyor da, arada bir de Evren geriye dönüp elleriyle (nanik) yapınca, Satı abla da iyiden iyiye ifritlenip – dinden imandan çıkıyordu. Daha edemeyip Yerden aldığı taşları o’na atıyordu ama, şans eseri hiçbir taşı da o’na isabet etmiyordu. Eger ki o taşların biri Evrene değse “var ya, o anda o’nu oraya sererdi. Bizler / hepimiz ekin tarlasında kalmıştık. Hani, Evren kaçtığında, o’da o’nu kovalıyor ya” derken, mezarlığın oradan köye girerler.
Sayfa: 64.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ekin tarlasındayken, yazı nın yüzünde (Satı abla) Evreni görüyordu. Ama, köye girince evlerin duldasından olacak ki (daha) göremez olur. Evren de gizli gizli Satı ablayı takip eder, Satı abla hangi evin oradaysa, Evren de başka bir evin köşesinden (Satı abla ya) seslendi mi, o’da hemi sövüyor hemi de kucağına toplamış olduğu taşlar la bir bir taşlıyordu. Derken, Evren ile satı ablanın bu serüvenleri, taa ki bizim köye gelmemize kadar sürmüştü / hala da sürmekteydi. Biz de, eşekleri önümüze katmışız ço ço çoo” diye, sürüyoruz; onun ötesinde anam olsun, Gülüzar abla olsun, Saadet abla olsun taa mezarlığın oradan, gız Satı, Satı, senin eşeğinle otunu da getirdik. Hele gel de şu eşeğini götür, eşeğini götür de otu nu içeriye koy” diye, bir sürü bağırdılar / çağırdılar amma, anam gil her ne kadar bağırıp çağırsalar da Satı abla (o’nları) hiç duymuyordu bile. (Evren, İstemiyerek de olsa bir kere Satı ablayı kızdırmıştı) Anam, daha edemedi, kendi eşeğiyle otu nu bırakıp – Satı abla nın eşeğini kapılarına götürerek ot çuvallarını yere indirdikten sonra, eşeğini de ahırlarının kapısına bağlayıp eve geldi – bu sefer de bizim ot çuvallarını indirmeye başladı. Herhalde Evren, Satı abladan korkmuş olacak ki bizim yanımıza bile gelemiyordu. Bu arada Satı abla kendi evleriyle bizim evin arasında ha bre mekik dokuyordu; güya, Evren eve gelecek olursa tuta da o’nu döve… amma, Evren de taa ede Hüsov gil in oradaydı. Arada birde, Evreni gördümü, o’na doğru elini kaldırıp sallayarak, elbette seni elime geçiririm Evren. Bak sen o zaman, dünya nın kaç bucak olduğunu sana gösteririm” diyerek, öyle de bir tehdit ediyordu ki, tam o sırada Gülüzar abla ile Saadet abla da geldi. O’nlar da Satı abla ya, gız ayıptır Satı, ayıptır bu yaptığın. Yönünü çevirde gel şu evi ne gir, senin karşındaki bir çocuk, eger ki bir gören / mören olsa “var ya, sana gülerler, sana; dedilerse de. Satı abla, Nuh dedi de Peygamber demedi. Satı abla nın bu umursamazlığına karşı, Gülüzar abla da Saadet abla da, gız sen ne utanmaz bir avratsın, tırnak kadar çocuğu karşına almışsında bayrak açmışsın” diye kızarlarken anam da o’nların yanına gelerek, gız anam sen utanmayıp da, şu Evreni karşına alıp olmadık malamatı, olmadık rezaleti çıkarıyorsun. Hemi de Baya ciddi ciddi kavga edip o’nu dövmeye çalışıyorsun. Hadi, bizden utanmıyorsun, bari kendi kendinden utan, hey utanmaz kadın” diyerek, Gülüzar abla bir elinden anam da diger elinden tutarak – hadi anam hadi evi ne gidek de, şu oğlan da eve gelsin. Aha akşam oldu, herkes evi ne çekilip girerken, senin yüzünden çocukcaz kapılarda mı kalacak” deyip de, anam ile Gülüzar abla ufak ufak yürüdükce, her ikisinin arasındaki Satı abla da ister istemez yürüyordu. Ama, gene de zora ki bir şekilde evi ne götürdüler. Satı abla yol da giderken, Evren e doğru da dönerek, ula Evren aha (ben) şimdi eve gidiyorum. Sen de ye iç aha bu kadınlara dua et. Ama, seni bir gün elime geçirip bir güzelce hışnıyacam / dövecem. Eger ki, ben seni bir güzelce dövmesem içim rahat etmiyecek, hemi de ben senin bu yaptıklarını hiç unutmuyacağım? diye diye evi ne girmişti. Satı abla evi ne girdikten sonra, Evren de ede Hüsov gil in oradan (gizlice) eve geldi.
Sayfa: 65.
------------------------------------------------------------------------------------------------
Eve gelirken de (gene)de bir gözü Satı abla gil in oradaydı. Çünkü Evren, Satı abla dan korkmuştu? Evren eve geldikten bir müddet sonra da anam eve gelince, birde anam Evreni fırçaladı. Derken anam ın fırçasını da savuşturdu. Zaman zaman, Satı abla tenci ye giderken bizim kapı nın önünden geçtiği sıra, eger ki Evren kapıdaysa hemen içeriye kaçıyordu. Satı abla da Evren in çeriye girdiğini gördüğü zaman, elini havaya kaldırıp parmağını sallıyarak, sen görürsün Evren” deyip- geçip gidiyordu. Derken kurban bayramı geldi. Anam, Gülüzar ablayı, Saadet ablayı da alıp (Evren de yanlarında olmak kaydıyle) Satı abla gile gittiler; Evren o’nun eli ni öptü, o’da Evren in yüzünü öptü, birbiriyle öpüştülerde, ancak o zaman ateş kes olup - barış sağlanmış oldu; diyerek, o ara da sözünü bitiren Fatma. Amaaan abi, demekki o zaman Evrenin de hop hop” yani tam da çocuksu zamanıymış? Deyip ayağa kalkarak ocağın üzerindeki çaydanlığı alıp masanın üzerindeki bardaklara çayı koyduktan sonra, yerine (geri) oturarak hep birlikte çay keyfi ediyorlardı. Eee, sabahtan beri o kadar lafı konuşmuşlardı. (sanki de) lafı nan dünya nın altını üstüne getirmişlerdi. Ama, Fatma bir kere laf çuvalı nın ağzını açmıştı? Çayı nı yudumlarken, kendisi’nin-de, çocukken yaptıkları bazı çocukca hareketleri aklına gelince, abisi ne yav abi, benim de anam ile Sivas a gitme maceramız var; hani, laf lafı açıyor ya” ben de lafa başlamışken (birde) şu Sivas a gitme maceramızı anlatam” deyip- söze başlamıştı. Hani (bizim) Sivas ta “Hasan göğ” gil diye bir akrabamız” var ya, dediğinde, Yusuf da, hee öyle bir akrabamız var” diye, yanıtlıyordu. Fatma da, hah işte o Hasan göğ emmi’mi-zin hanımı ölmüş, o’nun öldüğü haberi de köye gelince, köydeki akrabalarıda hazırlanmışlar ki sivasa gideler. O’nların, Anov bibi’nin (Anov hala’nın) cenazesi için sivasa gideceklerini duyan anam da hazırlandı “mesala yani” diyelim ki, yarın ki güne sabahleyin Yazıhan a gidecekler, orda da tren gelene kadar, az bir şey beklediklerinden sonra, Malatya dan gelen tren e binip Sivas a gidecekler. Fatma, abisi ne Sivas a gittiklerini anlatırken, çocukken yaptıkları o maceraları da aklına geldikce kendi kendine gülüyordu. Gülmesi geçtikten sonra, (gene) abisi ne laf vermeye çalışan Fatma; ertesi günü sabah olduğunda anam erkenden kalkmıştı. Hani, Sivas a gidecek ya, anam erkenden kalktığı için ben de erkenden kalktım. Benim erkenden kalktığımı gören anam, bana, sen niye erkenden kalktın gızım, biraz daha yatsaydın ya, diyordu. ama, yatmak kimin umurunda ki… birde baktmı ki, anam trene gitmek için (çarşıya) dolmuşların oraya gidecek. Anam, daha dışarıya çıkmadan ( ben)de anama, ana beni de Sivas a götür dedim. Ben öyle deyince, anam da bana kızar gibi yaparak, yok yok olmaz, sen gidemezsin hemi de çocuklar öyle her yere gidemezler” dediyse de, ben de hiç aldırmayıp – anama, ana ben de sizinle birlikte o Sivas a gideceğim “diyordum, anam da (benim) kendine söylediğim lafa aldırmayıp gülerek, de anam, şuna iyi mi diyesin (yoksa) kötü mü diyesin, de gel de şuna ne diyesin? Otur oturduğun yerde, dedikten sonra, yol da ekmek yerim diye hazırladığı azık çıkınını da eline alıp – dikine aşağı, çarşıya doğru gidince, ben de evden çıkıp anam ın peşine takıldım. Anam geriye dönüp de her ne kadar gelme gızm, etme gızım, geri dön eve git gızım” dediyse de, ben anamı hiç aldırmadım. Biz o şekilde çarşıya bi vardık ki – Ooo orada kimler yoktu ki, Dallik Satı bibi var, Maççiğin Hasan ın avradı Bağdat abla var, Hüseyin emmi min avradı Yeter abla var, Ümmühan abla var, şu an isimlerini unuttuğum pek çok kişi var dı. Yani, senin anlıyacağın, köyde ki bütün çamurcular Sivas a gitmek için çarşıda toplanmışlardı.
Sayfa: 66.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sivas yolcuları dolmuş un yanında toplu olarak dururlarken, ben de kel Mehmet in dükkanı nın köşe de bekliyordum. O zaman da hava öyle soğuktu ki, demek ki kış günüymüş: anam, benim üşüdüğümün farkına varmış ki; ta oradan, (bana) eve git gızım, eve git” diye, bana bağırıp duruyor du amma, (ben) anamın bana bağırmasını bile hiç aldırmıyor, dükkan ın köşe de ha bre bekliyordum. Derken Sivas yolcuları dolmuş a bindiler, dolmuş un şöförü de bindikten sonra hareket ettiler. O’nlar hareket edince, ben de o’nların arkasından koşmaya başladım. Dolmuş, köyün petrolünü geçip – körpınar a aşağı inmeye başlayınca, o sıra da, ben de petrole gelmiştim. Dolmuş, Datça ya vardığında, ben de körpınar a varmıştım. Bir kere kafaya koymuşum? Hiç yolu yok, ben de o Sivas a gidecektim. Peki, ben niye bu kadar gayret ediyorum? Çünkü, ben o Sivas ı hiç görmemiştim, onun ötesinde trene de hiç binmemiştim. Eger ki, gösterdiğim bu gayretimden dolayı Sivas a gidersem. İşte o zaman hemi trene binecektim hemi de Sivas ı görecektim. Bu da çocukluk aklı işte, ne diyesin” yav abi, (ben) körpınara aşağı öyle bir hızınan koşuyordum ki, arkamdan bir atlı gelse bile bana yetişemezdi. Ben o hızınan koşarken, Datça yı geçmiş olan dolmuş? Bir baktım ki, gittiği yerde durdu. Birde geri geriye bana doğru gelmesin mi. Dolmuş geldi geldi yanımda durdu. Dolmuş yanımda durunca, ben de durdum, amma kalbim de gümbür gümbür atmaya, döşüm de bir körük gibi şişip şişip inmeye başlamıştı. Derken, bir baktım ki kapı açıldı, kapı açılınca dallik Satı bibim, (bana) gel Fatma gel, gel de bin şu dolmuşa, anan götürmese bile, ben seni götüreceğim” diyordu, amma ben de dolmuş a binmek için hemi anam’a bakıyorum hemi de o’ndan korkuyordum. Derken, anam da beni çağırınca, hemen koşarak dolmuş a bindim. Dallik Satı bibim, hele bak kızcağıza donmuş donmuş” deyip- beni yanına aldı. Oradan biri de hemen hırkası nı verdi ki giyem. Aldığım hırka yı hemen giydim. Yol da giderken, (anam) ben bu kıza ardıma düşüp de gelme ha” dedim, amma gene de beni dinlemeyip ardımız sıra koşarak geldi. Şimdi ben bu kızı bir güzelce dövmiyem mi, Ne diyorsunuz? Diye de dolmuşun içindekilere sorduğunda. Dallik Satı bibi de hemen beni kayırıp- anama, dee çok söylenme Yeter, zaten kızın eli ayağı buz kesmiş soğuktan… kıştan kıyametten donmuş. Sen de, ben bu kızı bir güzelce dövem mi diyorsun” dedikten sonra, anama’da ne dedi biliyormusun abi? Deyince, abisi de (sanki de) sinema film i seyreder gibi, Fatma nın anlattığı hikayesine dalmış bir vaziyette, Eee, Satı bibi anama ne dedii, diye şaşkın bir vaziyette soruyordu. Fatma da, Satı bibi anama , bana bak Yeter, biz Sivas a gidip gelene kadar bu kız benim mahiyetimde, sakın ha? Fatma ya bir şey mirşey deyip meme’ye-sin deyince, anam da, ey bacı ey senin dediğin olsun diyordu ki, (hemen) ordan Ümmühan abla laf a girdi, (Satı bibi’me) gız bacı biz yas yerine gidiyoruz, yas yerine. Bu kızın yas yerinde ne işi var, hemi de bizinen taa Sivas a, olacak şey mi yani” diye, hersli hersli konuşunca, Satı bibim de Ümmühan abla ya, tamam Ümmühan, tamam gayrı, kızcağız Sivas a gitmek için bir kere heveslenip peşimize düşmüş.
Sayfa: 67.
-------------------------------------------------------------------------------------
Daha ne diyorsunuz gayrı; kızcağız peşimize düşme bahanesiyle yazı da yabanda mı kalsın” deyince, Ümmühan abla da sesi ni kesti. Zaten, o sıralar” Satı bibim’in-de tam hüküranlık zamanı ki hiç kimse, o’na bir şey bile diyemiordu” diyen Fatma, yav abi, o’nca kadınlar Sivas’ta-ki cenazeyi unutmuş gibi hep benim lafımı ediyorlardı. Ben de o’nların ne dediklerini takip ederken, birde baktım ki (hemen) Yazıhan a / tren istasyonu na gelmiştik. Tren istasyonu’nda indikten sonra, dolmuş da çekip gitti. Biz de hep birlikte tren garı’na girdik. Kafilede, Aşağı yukarı yedi sekiz tane kadın var dı. Bu kadınlardan biri olan, tabi o’da Satı bibim, diger kadınlardan tren bileti parası nı toplıyarak bilet gişesinden biletleri aldıktan sonra, daha, bizler peron’a çıkmadan tren (hemen) gelmiş istasyon da durmuştu. Derken, bütün kadınlar tren e bindiklerinde, ben de tren’e binmiştim. Tren’e binerken bile sevincimden kuşlar gibi havalar da uçasım geliyordu. Peki, ben niye bu kadar çok seviniyordum, biliyormusun abi” deyince. Abisi de, bilmiyorum amma, tahmin ediyorum. Çünkü sen, tren’e hayatın da ilk defa biniyordun da ondan dolayı seviniyordun. Öyle değil mi Fatma” diye tahmin yürütünce, Fatma da abisi ne, he vallahi abi, ben işte o zaman ilk defa tren’e binmiştim’de onun için seviniyordum. Yani, sen de benim kalbimi okumuş gibi oldun” diyordu ve sözlerini bitirmeden devam ediyordu, ben tren’e binerken, o ayak basamağına ayağımı bastığımda olsun, ayağımı bastıktan sonra, o üst tarafta ki el tutacağından tuttuğumda olsun, tren’e bindikten sonra, koridor boyunca, bir o tarafa bir bu tarafa koşarak gidip geldiğimde olsun, koridorda ki pencerelere yaslanıp da başımı dışarıya çıkararak sağa sola bakmam olsun, hatta kompartman ın içine girip de koltukların üzerinde oturmam olsun, velhasılı bunların hepisi benim sevinmemi gerektiren bir sevinç kaynağıydı. Öylece bir müddet yol gittikten sonra, ben acıkmıştım, ben acıkmıştım da (sanki) o kadınlar acıkmamış’lar-mıy-dı. Tabi ki o’nlar da acıkmışlardı. O kadınların içlerinden biri, vallahi ben acıktım” deyip de kendi ekmek çıkını’nı açınca, diger kadınlarda o kadına, yalnız sen acıkmadın ya, bizler de acıktık, bir sen çıkını nı açıp da orta yere serme, hepimizde çıkınlarımızı açıp orta yere serelim de yemeğimizi öyle yiyelim, geri kalan’ıda kaldırıp - daha sonra, ileri de bir yerler de yeriz” deyince, bütün kadınlar da ekmek çıkınlarını açıp orta yere sermişlerdi. Serilen sofrada yemek çeşitleri haddinden fazla boldu, maharetli kadınlar neler neler hazırlamamışlardı ki? Ne ararsan sofra da vardı. Ben de (hemen) kapı nın ağzında oturmuş kadınları seyrediyordum. Bu arada, bana sahip çıkan (gene) Satı bibim olmuştu. Hemen oradan bir yufka alıp içine bir şeyler koyarak, bir dürüm yapıp – şu dürümü al da ye Fatma” demişti. Eee, ben de öyle acıkmışım ki* Satı bibim’den dürümü alır almaz hemen giriştim. Dürümü yeyip de birde üstüne biraz su içtikten sonra, karnım doymuştu, karnım da doyunca (gene) koridora çıkarak bir o yana bir bu yana koşup oynamaya başlamıştım. Benim tahminime göre bir hayli yol katetmiştik. Hele o tunellerden geçerken tren’in içi bile zifiri karanlık oluyordu. Tren, tunel,den çıktığında ise, o zaman da tren’in içi kendi dumanıyla dopdolu oluyordu. Velhasılı, biraz evvel de söylediğim gibi – bir hayli yol katetmiştik. Kadınlarda, burası “kangal, artık bundan sonra yolumuz pek fazla sürmez, az bir zaman sonra, Sivas a varırız diyorlardı. Yine, kadınlar kendi aralarında konuşarak, içinizde karnı acıkmış olanınız var ise, hemen şuraya çıkınımızı açıp da az çok, Allah ne verdiyse yiyelim deyince? Oradan, Bağdat abla da açın şu çıkınları da, karnımızı bir güzelce doyuralım, gittiğimiz yer dügün bayram yeri değil ki, önümüze (hemen) çeşit çeşit yemekleri dizeler… bizlerin’de, gittiğimiz yer cenaze evi olduğuna göre, o evden her hangi bir şey bekleyebilirmisin? Tabi ki bir şey bekleyemezsin. Çünkü, gittiğimiz yer bir cenaze evi.
Sayfa: 68.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Hatta o evin, acı sı var, kederi var, üzüntüsü var, var da var. işte bu sebepten dolayı? Açın şu çıkınlarımızı’da karnımızı bir güzelce doyurak, bir güzelce doyurak da - oraya da vardık mı? hiç bari iki ağıt eder de, iki göz yaşı dökeriz” deyince, gene orta yere çıkınlar açılarak (iyi kötü) herkes bir şeyler yemeye başlamışlardı. Bir kere daha (herkes) karınlarını tıka basa doyurmuşlardı. Orta yerde ki çıkınlarını da toparlayıp – ortalık da temizlendikten sonra, bazıları pencereden dışarıya baktığında, aha Sivas’a-da geldik diyorlardı. Ben de o heyecanla pencereye koşup baktığımda? Güzel bir şehir görünümünde olan Sivas ı, (karşımda) o muhteşem güzelliğiyle görüyordum. İkindi vaktinden sonra, saat “dört, gibi Sivas ın tren istasyonu na girmiştik. Tren’den indikten sonra, Anov bibi gil in oturduğu o mahleye çalışan dolmuş’lara binip doğruca oraya gittik; dolmuş’ta giderken, dolmuş un şöförü bazı durakların isimlerini söyleyip – o durak da inecek yolcuları uyarıyordu. bir ara’da, Alibaba’da inecek “var mı, diye söylediğinde, Satı bibim’de, şöföre, he gurban he, bizi Alibaba durağında indiresin diyordu ki? Tam o sıra da dolmuş’da durmuştu. Dolmuş durunca hep birlikte aşağıya indik. Bizim indiğimiz yerin tam karşı tarafında da Anov bibi gil in evi varımış / hemen karşıdaymış; biz, yolu geçip’de eve gireceğimiz sıra da, Satı bibim in kızı” Zekine abla, elini kulağına atıp - hemi söylemeye hemi de ağlamaya başlamasın mı. Zekine abla nın sesi de öyle yanık öyle güzelmiş ki? İçerdekiler de (o’nun) sesini duyunca (onlardan) bazılarının kapıya kadar gelerek bizi karşılıyorlardı. İçerden çıkanlar, dışarıdan gelenler hep birbirlerine sarılıp bir ağıt tutturdular ki; deme gitsin… o kadar kadınların içinden birileri çıkıp da, de yeter, gayrı susun demiyorlardı. Zekine abla’nın-da o dokunaklı sesi ve ağıdı, oradakileri bir hayli ağlatmıştı. Derken, Ümmühan abla, de yeter Zekine, yeter gayrı, şu soğuk’da dışarıda kaldık, Hele bir içeriye girekin” deyince, Zekine abla, Ümmühan ablayı dinliyerek türküyü de ağıdı da kesip içeriye girmiştik. İçeriye girdikten sonra, herkes bir yerlere oturdular. Dışarıda sesleri kesilmiyen kadınlar, içeriye girince bu sefer de sus pus oldular. Ben de bir baktım ki herkes kendi yanındaki kadınla hal hatır ediyorlardı. Daha sonra da derin bir fiskosa düşmüşlerdi. artık hal hatırmı sorup süal ediyorlardı, yoksa dedikodu mu ediyorlardı? İşte onu bilmiyorum. Sivas’ın-da öyle sert kışı varmış ki, dışarı’sı buz gibi, hava çok soğuk, evlerin saçaklarında akan sular donunca (sanki) kılıç gibi buzlar oluşmuştu. Dışarıya hiç çıkılacağı yokturdu; ama içeri de ateş gibiydi, sobayı yakmışlar - gürül gürül yanarken, bir taraftan da ha bre içine odun atıyorlardı. O fiskos eden kadınlardan bazıları “yani, Fethiye’den gelen kadınların üzerlerinde (demek ki) yol yorgunluğu” var ki, içerinin sıcağına daha fazla dayanamayıp kirpit gibi geçmişler, hepsi de oturdukları yer de uyumaya başlamışlardı. Bir ara ben de, o uyuyanlar gibi uyumaya başlamıştım. Yine, o ara da birileri, içeriye tepsiyle çay getirp de orada ki millete dağıtırken, yanımdaki kadın da (başımı okşayıp) beni uyandırarak, hadi kızım, bir bardak çay’da sen al, uzak yoldan geldiniz, tren de üşümüştürsün; hadi, bir bardak çay’ı al’da iç’ki için ısına” diyordu. ama, o uyku “var ya” çay’dan daha tatlıydı. İçim den kendi kendime söylenerek, keşke de beni bu çay için uyandırmasaydı: ama bir kere uyanmıştım. Yine, kendi kendime, uyandığına göre (Fatma) sen de, gayrı bir bardak çay’ı alda iç diyordum ve çay dağtan bayan ın elinden bir bardak çay’ı alıp içmeye başladım. Çay’ı bitirip de bardağı mutfağa götürdüğümde (gene) bana bir bardak çay verdiler.
Sayfa: 69.
------------------------------------------------------------------------------------------------
Die Links sind alphabetisch sortiert
yusufaslan | Link kayıtları. | 07.06.2009 18:46 (UTC) | 183 Klikler |
<= Genel bakışa geri dönOrada ki kadı’nın biri de, (bana) iç kızım iç de üşümeyesin. Sivas’ın soğuğu da, kışı da pek yaman olur” diyordu. ben, daha çayı’mı içmeden birde duydum ki, anam eli’ni kulağına atmış’da öyle bir türkü çığırıyı ki, anam’ı dinliyen kadınlar bir kere daha ağlaşmaya başlamışlardı. Onlar içeride ağlaşırken, mutfaktaki kadınlarında bazıları ağlaşmaya başladılar. Anam türküsünü çığırıp’da daha bitirmeden (hemen) peşinden” Zekine abla türkü’ye başlamıştı. Bu sefer’de hemi Zekine abla hemi’de anam, bir o çığırıyı, bir o biri türküsünü çığırıyı. bunların türküleriyle bütün kadınlar ağlayı ağlayı hış hamur olmuşlardı (bitap düşmüşlerdi). Derken, içlerinden (gene) biri anam ile Zekine abla’yı susturdularda, diger kadınlarında ağıtları kesildi. Fatma, (abisi’ne), biz oraya vardığımız günü, gecenin bir vaktine kadar - kadınlar, zaman zaman hep ağlaştılar. Hele’de, Anov bibinin kızı, hiç durmadan, anam anam, deyip deyip ağlıyordu. Gecenin bir vakti olmuştu - ama, yatmak için ne yataklar serildi ne de kadınlardan her hangi biri, gayrı gecenin bir vakti oldu, artık yerimizi hazırlayıp’da yatalım demiyorlardı. Bazı kadınlar hala otururken, onların haricinde, diger bazı kadınlarda sağa sola kıçlarını devirmişler horul horul uyuyulardı. Eee, benim’de uykum gelmişti, ben’de oturduğum yer’de uyuyunca, Anov bibinin kızı’da gelerek beni uyandırıp (başka bir oda’da uyuyan çocuklar varmış) beni tutup o çocukların uyuduğu oda’ya götürdü – benim’de onların orada yatıp uyumamı sağlamıştı. Daha, sabahın erken saatin’de bir türkü, bir ağıt sesiyle uyandım. Ooo, birde baktım ki, o ağıt yakan kadınlar “var ya, türküler söyleye söyleye, ağıtlar yaka yaka dışarıdan içeriye doğru giriyorlardı. Ben’de bir hayrete düşerek, sabahın erken saatin’de bu kadınlar nereden geliyorlar” diye, orada’ki birinden sordum. Öğrendim ki, kadınlar, sabahın erken saatin’de (mezarlığa) Anov bibinin mezarına gitmişlerde, mezardan geliyorlarmış; bizim köylü’lerin-de öyle bir huyları “varki, bir ev’den bir cenaze çıktı mı, o cenaze’nin 40,ı çıkasıya kadar o ev’de ağıt olsun, figan olsun hiç dumaz. Gece gündüz ağıt eder, figan eder dururlar. Ayrıyeten, o cenaze evindekilere, köylülerden hiç kimse yemek yaptırtmazlar. Sabah, öğlen, akşam yemeklerini köylüler getirirler. Zaten, yemek götürenleri köylüler takip ettiği için? diyelim ki, bu gün iki üç komşu yemek götürdüyse, yarın’da diger komşular yemek götürüyorlardı. Sivas’ta-da öyle olmuştu. Her gün bir köylümüz yemek getirmişti. Bu husutan yana bizim köylülerin üzerinde hiç kimse olamaz. Ölü’de olsun, dügün’de olsun, (sağ olsunlar) bizim köylüler – hemen yardımlaşırlar, işte bu huyları çok güzel, bu huylarının üzerine diyecek yoktur. Her neyise, kadınlar mezardan gelip içeriye girdikten sonra, birde baktım ki birileri bir koyun getirmiş, dışarıda kesmeye çalışıyorlardı. Oysa, o günü Anov bibinin üçüymüş.
Sayfa: 70.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İçeriye giren kadınların birkaç tanesi (geri) dışarıya çıkarak öğlene kadar üç dört çeşit yemekleri yapıp – hazırladılar. Sağa sola, çevredeki tanıdıklara haberler salınmıştı … öğlen’e yemek var” diye. Öğlen vakti’de hemi bizim köylüler hemi’de diger Sivas’lı komşular gelmişlerdi. Anov bibinin üç yemeği yendikten sonra, yemek’te hazır bulunan dede’de, Anov bibinin ruhuna Kur’an-dan sureler okuduktan sonra, pek çok’da dualar okudu – Hz. Muhammed’in şefaatin’den mahrum eyleme ya rabbi, ve Hz. Ali’nin velayeti’ne bağlı’lık-la birlikte, günü vakti saati geldiği zaman, Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin etrafında haşr ve cem eyle ya rabbi. Deyip - Anov bibinin ruhu’nun şad olması için dualar edip bitirdikten sonra, onca gelen millet de, dede’de dağılıp gittiler. Gerçi, dede Kur’an-ın haricinde çok’da dua okudu amma, o zaman ben çocuk olduğum için ancak bu kadarını aklımda tutabildim. Esasında, bir cenaze’nin üçün’de koyunlar kesilip’de üç dört çeşit yemekler yapılıp’da verilmesine gerek’de yoktur” yani, diye düşünüyorum. Mevlüt okunup’da helva dökseler daha iyi olmaz mı acaba? Diye’de düşünüyorum amma, (acaba) bu mevlüt okutma’nın-da Kur’an-da yeri var mı, duyduğum kadarıyla, (mevlüt’ün) Kur’an-da yeri yok. Onun ötesinde, bir cenaze namazında, (hoca) hazırda bulunan cemaate, ey ahali, bu er kişiyi, yada bu hatun kişiyi nasıl bilirsiniz” diye, soru sorar. Cenaze namazında hazır’da bulunan ahalide, iyi bilirdik, derler. Ama, O cenaze namazında hazırda bulunan cemaatin çoğu (belkide), musalla taşında yatan o meftayı tanımıyordu. (Hasbel kader) o cenaze namazında hazır bulunmuştu. Bu gibi iyi bilirdik sözünü’de çok yanlış buluyorum. Çünkü, bu er,ya da hatun kişiyi nasıl bilirsiniz sözü’nü? Hazırda bulunan ahali’nin-de iyi biliriz demeleri / bu sözler, tamamen gayb’tır, gayb’ı-da ancak ki bizleri yaratan o yüce Allah bilir. Her neyise, bizler o günü’de orada kaldıktan sonra, ertesi günü sabah ile birlikte tren istasyonu’na gelip –oradan’da tren’e binerek yazıhan’a gitmek için hareket etmiştik. Daha ikindi vakti olmamıştı,ki yazıhan’a gelmiştik, yazıhan’da indikten sonra, orada bir traktör vardı. O traktöre’de binerek köye geldik. İşte, benim Sivas maceram’da böylece son bulmuştu. Deyip- sözlerini bitirdikten sonra, abisi yusuf’da, fatma’ya vallahi’de billahi’de sana aferin, benim bir aferin’im” vardı, aha onu’da sana verdim. İşte böyle olmalı… yani, bir insan tuttuğunu çekip koparmalı,ki hayatta kalabile, (yani) yaşaya bile. Başka bir deyimle, hedefine ulaşa bile. İşte ben bunu sen’de gördüm. Eger ki, sen gayret edip azimkar olmasaydın? Ne o tren’e binebilirdin, ne de Sivas’ı görebilirdin. Senin tren’e binmen’de, senin Sivas’ı görmen’de, senin o azimkarlığıyın yüzünden olmasıdır. “deyip - ardından, bu kadar sohbet yeter artık. hele ben çarşıya gidem’de biraz dolaşam. Yarın bir gün belki köye’de gideriz” derken, Hatice hanım’da yusuf’a, Yusuf, Yusuf, hele biraz bekle’de beraber çıkalım. Daha sonra yol,da ayrılır, sen çarşıya ben’de Öznur gile giderim” deyip – üç beş dakika sonra, her ikisi’de birlikte çıkıp – biri çarşıya bir digeri’de, Urkuya ablasının kızı Öznur gile giderler. Aradan bir iki gün geçtikten sonra, (gene) çamaşır valizleriyle poşetlerini ellerine alıp – köyün dolmuşlarının durak yeri olan, “Çavuşoğlu” mahlesindeki arasa’ya doğru giderler. Saat 12. De hareket edecek olan Hüseyin Koç’un dolmuşu’yla köye hareket ederler. Köye vardıkalarında Yusuf, kardeşi Hasan’ın demirci dükkanı’nın önünde iner. Yusuf’la birlikte bazı köylülerde inerler. Ancak, köyün pınar mahlesinde oturan köylülerin eşyaları ağır olduğu için, Hüseyin Koç, önce pınar mahlesine gidip yolcularıyla eşyalarını indirdikten sonra, tepeye doğru sürüp – Hatice hanımı’da evlerinde indirir. Hatice kendi evlerine, Hüseyin Koç’da kendi evine giderler. Yusuf, çarşıda indikten sonra kardeşi Hasan’la sarım görüm olup – hal hatır ederler. Daha sonra, yusuf’da ufak ufak tepedeki evlerine doğru giderken, yol’da kaşılaştığı köylüleriyle hoşbeş edip – birbirlerinin halını hatırını sorup süal eyleye eyleye evlerine varır. Yusuf, eve vardığında, (herkesten önce) yegenleri Murat ile Serhat karşılamışlardı. Murat ile Serhat, amcalarının elini, amcaları’da yegenlerinin yüzlerini öptükten sonra, gelinleri Elmas’la-da hoşbeş edip – çekyat’ın birine oturduktan sonra, Murat bir tarafına Serhat’da diger tarafına oturup –
Sayfa: 71.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Amcalarına, “amca yav, eger ki bir daha ronam yazarsan, benden’de bir şeyler yaz, olur mu; hatta yazacağın roman’a tamamen beni yaz, emi” deyip – birde, amcanından sağlam söz almaya çalışıyordu. Amcası’da Murat’ın ısrarlarından kurtulmak için, tamam Murat tamam” diye, o’da o’na söz verdiğinde, bu sefer’de Serhat, (amcası’na) amca beni’de yaz emi… diye, o’da rica ediyordu. Amcası yusuf’da, o yegenini’de kırmayarak, tamam Serhat tamam, seni’de yazarım” deyip – o’nun-da gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu. Aradan üç dört gün geçtikti ki, bir Pazar günü ikindi’den sonra, Hasan, garaj olarak kullandıkları bodrum katındaki taksi’si-ni dışarıya çıkarmıştı. Evdeki, ev halkı’nın-da üzerlerine yeni yeni elbiselerini giyindikleri gözden kaçmıyordu. Hallerinden Belli ki, misafir olarak bir yerlere gidilecekti; bir taraftan Murat, bir diger taraftan’da Serhat, anneleri Elmas’a, anne bu gömlek bana güzel olmadı, anne bu pantolon üzerime yakışmadı” diye , çeşit çeşit pantolon,u gömleği giyinip giyinip çıkaran çocukların haricinde, anneleri Elmas’da, yav bu gölek sana güzel oldu Murat: deyip – oğlunu ikna etmeye çalışırken, diger oğluna’da dönerek, Serhat bu pantolon’da sana güzel yakıştı. Daha ne panyolon deneyin nede gömlek deneyin: biraz beni rahat bırakın’da, ben’de kendime göre bir şeyler bulup’da giyem” laaa, diyerek, Elmas gelin’de kendine göre elbise bakınıyordu. Derken, bir saat için’de bütün herkes üstlerini başlarını değiştirmiş, yeni yeni elbiselerini giyinmişler, Malatya’da-ki dügüne gitmeleri için tam tekmil hazırlanmışlardı. Bütün ahali hep birlikte dışarıya çıktıktan sonra, dış kapı’yı-da kilitleyip – yine hep birlikte arabalarına binip (dügüne gitmek için) Malatya’ya doğru yola çıkmışlardı. Bir saat gibi bir yolculuktan sonra, Malatya’ya, oradan’da Elazığ yolu üzerindeki dügün salonu’na varmışlardı. Dügün salonu’nun yeri’ni şöyle bir tarif edecek olursak? salon, bir yamaç bölge kısmında inşa edilmişti. Dügün salonu’nda, araba parkından tutun’da yazlık kışlık olmak üzere, büyük büyük salon’ları mevcut olup – hatta bu dügün salonları’nın birkaç katlı locaları’da mevcuttu. Yani, göz kamaştıracak cinsinden bir dügün salonuydu, böyle bir dügün salonu’nu kiralayıp’da dügün yapmak her babayigidin karı değildi. Böyle bir dügün salonu’nu kiralayıp’da dügün yapanların, ya sırtları kalın olacaktı yada sırtlarını bir yerlere dayamış olmaları lazım’dı. Eger ki öyle olmasa bu yükün altından nasıl kalkılırdı ki?” diye, böyle durum muhakemesi yapıyordu Yusuf… Hasan, Elazığ yolunda giderken bir müddet sonra, bir yol ayrımından sağ tarfıya doğru sapıp – dügün salonunun olduğu bölgeye girdiğinde, köylülerinden bazılarının gönüllü trafik elçisi olarak, dügüne gelen misafirlere gidecekleri mahali / yeri tarif ediyorlardı. Tarif edilen istikamete doğru gidildiğinde ise (hemen) önünüze araç parkı çıkıyordu.
Sayfa: 72.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Araç parkına daha girmeden, orada (gene) gönüllü hizmetliler vardı. Bu tanıdık gönüllü hizmetliler’de, dügüne gelen misafirleri, dügün salonu’na yönlendiriyorlardı. Dügün salonu’na girildikten sonra, (gene) bu sefer’de salon’un içinde tanıdık simalar (insanlar) dügüne gelen misafirlere, oturmaları için yer gösteriyorlardı. Dügün salonu ise çok çok muhteşemdi. (hiçbir kusuru yoktu) dügünün olacağı yer, yazlık bir dügün salonu‘ydu. Ancak yapılan hizmetlerde kayda değerdi; Yani, çok muhteşemdi. Ben, o dügünü, o dügünden yıllar sonra, seyrettiğim bir tv dizisinde olan, “Muhteşem Süleyman”’ın kız kardeşi için yaptığı dügüne benzettim. Yani, her şey mükemmeldi. Her şey yerli yerince oluyordu. Ancak, benim kanımca orada bir şey eksik gibi görülüyordu? O eksik olarak gördüğüm şey’de özgürlüktü” galiba? Evet, orada ki hizmet eden tanıdık simaların, kendi insiyatiflerini kullanarak yetki sahibi olmadıklarını sandığımı, ya da kendi arz ve istekleri doğrultusunda hareket etme şanslarının olmadığı kanısına varıyordum?” diyen Yusuf, aile efratı’yla ana yola bakan bir yere’de oturmuşlardı. Orada biraz oturunca, hemi çocukları hemi’de kendileri üşümüşlerdi. Dügün salonu’nun yeri’de biraz yüksekte olduğundan ve birde akşam olduğundan olacak ki esen rüzgara daha fazla dayanamayıp – yerlerinden kalkıp orta yerlerde bir yere giderek oradaki masalardan birine geçip oturmuşlardı. Yusuf gil yerlerine oturduktan sonra, sağlarına sollarına bakınarak tanıdıklarına olsun, köylülerine olsun, ellerini kaldırıp birbirlerine hemi selam verip hemi’de hal hatır soruyorlardı. Bir başka tarftan’da, dügün sahibi olan şahıs, masa masa dolaşarak, dügününe iştirak eden bütün misafirlerine hoş geldiniz” diyerek, bir örf ve adeti yerine getirmiş oluyordu. Masaları tek tek dolaşan dügün sahibi, Yusuf gil’in-de oturduğu masa’ya gelmiş, Yusuf ile Hasan’a hoş geldiniz, şeref verdiniz akrabalarım” diyerek, birbirlerine sarılıp öpüştükten sonra, hanımlara’da dönerek, sizlerde hoş geldiniz” deyip – dügün sahibi olması’nın dışında, birbirlerine akraba olduklarından dolayı, Yusuf gil’i sıcak ve samimi duygular için’de karşılamıştı… Yusuf gil’de bu sıcak ilgiden dolayı çok memnun olmuşlardı. Biraz evvel’de anlattığım gibi, dügün salonu, yazlık dügün salonu olduğu gibi çok’da büyük’tü. Tahminen bin kişi’den fazla misafir alabilecek bir kapasiteye sahipti. Yusuf gil, salona geldiklerinde, salon aşağı yukarı yarı yarıya dolmuştu. Ancak aradan bir saat kadar zaman geçmişti ki, bu sefer’de ağzına kadar hınça hınç dolmuştu. Onun ötesinde, dügün’de şaşalı bir şekilde başlamış – pist’te oyun oynayan ahali / millet’de tek sıra halinde piste sığmadıklarından dolayı, üçer dörter sıra halka oluşturup oyunları’yla dügünün hakkını veriyorlardı. Bu arada masa’lara-da servisler yapılmaya başlanmıştı. İlk önce bir güzelce yemek servisi yapıldı. Yemek yeme faslı bittikten sonra, soğuk mezeler ve onun yanında çerezlerinde servisi yapılırken, içki servisi,de yapılıyordu. İçki servisi’nin dağıtımını ve sorumluluğunu, dügün sahibi’nin (her konu’da) çok samimi arkadaşı olan bir arkadaşı üstlenmişti. Ve bu kahyalığa soyunmuş olan şahsın emrinde’de beş altı kişi, köylü gençlerden tahsis edilmişti ki, o genç çocuklar verilen emirleri yerli yerince, harfiyen yerine getiriyorlardı. Bu durum’da, yusuf’un gözlemleri arasındaydı.
Sayfa: 73.
------------------------------------------------------------------------------------------------
Kahyalık yapan şahıs ile yanında’ki hizmetli gençler, hep birlikte bütün masaları tek tek gezip - ona göre etütlerini yapıyorlardı. Etüt’leri bittikten sonra, yemek servisini yaptılar, yemek servisinden sonra, bütün masalara soğuk mezeler ile çerezleri servis yaptılar, daha sonra, kahya olan o şahıs, bir kere daha bütün masaları, fır döndü dolaşarak, kendi’nin eksik veya noksanlarını gözden geçiriyordu, daha sonra, yanında ki hizmetli gençlere bir takım emirler vererek, bütün masalara şişe şişe içki ve meşrubatları dağıtmaya başlamışlardı. Dügün salonun’da, ben “diyem, yüz masa, sen’de iki yüz masa “var dı, dügüne iştirak eden misafirler, (olanca) bütün masaları doldurmuşlardı. Ancak, Üzerime farz olan bir başka önemli konuya’da açıklık getirmek gerekiyor” diye düşünerekten, “örnek verecek olursam” diyelim ki, dügün salonunda iki yüz masa varsa; bu iki yüz masanın yüz doksan dokuzuna, meşrubat çeşitleriyle birlikte her masaya büyük şişe olsun, küçük şişe olsun, ikşer üçer şişe’de rakıları koymuşlardı. Bazı masa’lara-da viski şişeleri koyuyorlardı. Tabi bu organizasyonu, dügün sahibi’nin yakın arkadaşı ve kadim dostu olan o malum şahıs yapıyordu. Her masa’ya konulan rakıları, misafirler bardaklarına koyduktan sonra, bir keyf ile yudumladıktan sonra, soğuk mezeler’den-de üzerine alıp – ağız tadlarına bir başka tat daha katarak şapur şupur yediklerinden sonra, bir karış’da dillerini dışarıya çıkarıp dudaklarını yalıyarak bulaşmış olan mezeleri (böylelikle) temizliyorlardı. Yusuf, Hasan, Hatice ve Elmas o dügünde (sanki, bir Fethiye’li değiller’de) birbirlerini tanımıyan bir yabancı gibilerdi. Ancak, birbirlerini tanımıyan yabancıya bile, saygı gösterirler, bizim örf ve adetlerimizde? Konuyu biraz daha açmak gerekirse? Yusuf gil oturdukları masada adeta yalnız bırakılmışlardı. “Sanki’de, birileri bir umursamazlıkla birlikte, (belki’de) kendi kendine kişiselleştirdiği anormal düşüncesinin semeresi olan içindeki kini’ni nefreti’ni ve hınç’ını adeta kusuyordu. Masalarda oturan bütün misafirler, büyükler olsun, hatta küçükler olsun, fark etmeksizin, meşrubatlarını, şaraplarını, biralarını hatta rakılarını bir keyf ile yudumluyorlardı. Sadece, masalarında adeta yalnız bırakılmış olan, Yusuf gil’in masasında içilecek bir yudum su bile yokturdu. Kenar masalarda oturup’da içkilerini yudumlayan tanıdıkları olsun hatta köylüleri olsun, Yusuf gil’in masasında içilecek her hangi bir şeyin olmadığının farkına vardıklarında, dügün sahibini ve o’nun, idareci olarak atadığı kahyasını kınıyarak, işaret dili’yle, sana bir bardak rakı gönderem mi” diye, işaret eden köylülerine olsun tanıdıklarına olsun, yusuf’da işaret dili’yle, yok, sağolun, teşekkür ederim” diyerek, yanıtlıyordu. Yusuf, bu yakın dostlarına teşekkür ediyordu” ama, “esasına’da, burada bir yanlış, bir hata vardı, daha doğrusu edepsizce yapılan kasıtlı bir durum vardı. Yani, bütün masalara alkollü olsun, alkolsüz olsun, içilecek içkiler konuyor’da, yusuf’un oturduğu masaya, büyük şişe değilse bile bir küçük şişe rakı neden konmuyordu / konmamıştı. (acaba) içki mahseni’nin kahyası / görevlisi, Yusuf gil’in masasını, hasbel kader unutmuşmuydu, ya da gözlerine inme inmişti,de / kör olmuştuda görmüyor’muy-du.
Sayfa: 74.
---------------------------------------------------------------------------------------------
Yine, örnek verecek olursak? diyelim ki, iki yüz masa’dan yüz doksan dokuzu’nu gören o malum zat, iki yüz’ün-cü masa’yı” yani, Yusuf gil’in oturduğu masayı’mı görmüyordu? Tabi ki görüyordu. bir ata sözü var, “palu’dan geçen mektubu okurum” derler, işte o malum zat, palu’dan geçecek olan o mektubu okuyacak kadar akıllı olduğuna, ve akıllı olduğunu gösterecek kadar’da kendini halka lanse eden, o malum şahıs, o masayı’mı görmüyordu; tabi ki, görüyordu, ama işine gelmiyordu. Yani böyle yapmakla, içine bir rahatlık / bir ferahlık mı geliyordu. Ama, o yapılan durum tam bir saygısızlıktı. Bu saygısızlığı, Yusuf’un, çevresinde oturan misafirler bile farkına varıyorlarda. O, koskocaman adam olan dügün sahibi’de- mi farkına varamıyordu. Eger ki, Yusuf’un masası’nın boş olduğunun farkına varamayan - o, kocaman adam, nasıl oluyordu’da bağlı olduğu bir kutsal görevi yapabiliyordu? Tabi ki o’da, o masa’nın boş olduğunun farkındaydı, ama, (belki’de) arkadaşını kırmamak adına o’nun’da işine (öyle) geliyordu. Çünkü o kahya ile dügün sahibi aynı kategoriye mensup şahıslardı. Yani, al birini, vur o birine, çünkü, zihniyet aynı zihniyetti. Esasına bakılacak olunursa, onların vereceği bir şişe içkilerine Yusuf’un ihtiyacı’da yokturdu. Eee, Yusuf yıllarca çalışmış emekli olmuş, sırtını Türkiye Cumhuriyeti devletine dayamıştı. Ancak kaz’ın ayağı öyle değildi. Ortada kocaman bir saygısızlık vardı. Öteden beri, Yusuf’un içki içmesine karşı gelen Hatice hanım, bu saygısızlığa sinirlenerek, masalara içki servisi yapan hizmetli gençlerden birini, yanına / masaya çağırarak, o hizmetli genç’e, dügün salonundaki bütün masaları göstererek, (yine) o genç’e, bak, bütün masalarda içilmek için türlü içiki şişeleri var” deyince, o genç’de ister istemez bütün masalara bakarak, “evet ablam, her masada içiki şişeleri var; dedi, (hizmetli genç) var deyince, bu sefer’de Hatice hanım, o hizmetli genç’in yüzüne bakarak, peki birde bizim masaya bak; içilecek her hangi bir şey varmı, yada bir bardak bile su var’mı? Diye sordukca… o hizmetli genç’de bir mahçubiyetlik içinde ezilip bozulsa,da, bir kere iş işten geçmişti, (gene’de) Hatice hanım’a bakarak, abla, bize nasıl talimat veriliyorsa, biz’de o talimata uyarak, öyle yapıyoruz. Benim, ne hasan’a nede Yusuf abi’ye karşı her hangi bir saygısızlığım olamaz, hatta ben saygısızlık yapamam; sizler – benim canımsınız cigerimsiniz” diyordu. Hatice hanım’da, öyleyse hadi git’de bir küçük şişe rakı getir; dediğinde, o hizmetli genç’de, tamam abla hemen şimdi getiririm, deyip çekip gitmişti. İki üç dakika sonra, bir küçük şişe rakı’yı getirip (hemi buyurun deyip hemi’de özür diliyerek) masaya bırakmıştı. Ama, yusuf’un-da bu rakıyı içecek ne halı kalmıştı ne de mecali kalmıştı? İçmiyordu. Bu arada takı merasimi’de başlamıştı, Hasan’da takısını takmak için herkes gibi, o’da gelin ile damadın yanına gittiğinde, Hatice hanım’da o rakı şişesini masanın üzerinden alıp çantasına koydu. Hasan, takısını takıp’da geri geldiği sırada, “Sevcan Orhan” hanımefendinin sahne alacağı anons ediliyordu. Ancak, Yusuf gil gitmek için bir kere ayağa kalkmışlardı. Ayağa kalkmışlardı ama, Hatice hanım’ın, “Sevcan Orhan” hanımefendiyi dinliyelim demesi ağır bastığı için, (yusuf’da) masadan bir kere kalktık, kalktığımıza göre şu yukarıdaki loca’ya çıkalımda “Sevcan Orhan” hanımefendiyi, yukarıdan kuş bakışı seyredelim” diyerek, dügün salonu’nu ufak ufak terk ediyorlardı.
Sayfa: 75.
--------------------------------------------------------------------------------------------
Daha sonra, üst tarafta’ki loca’ya giderek” oradan, Sevcan Orhan hanımefendi’nin o güzel türkülerini bir müddet dinledikten sonra, Yusuf gil, locayı’da terk ederek fethiye’ye doğru araçlarını sürüp gitmişlerdi. Ancak, Yusuf gil’e yapılan bu saygısızlık, ve bu ahlaksızlık? Yusuf’un gücü’ne geldiği gibi, kardeşi Hasan’ın-da, Hatice hanım’ın-da gücüne gelmişti. Malatya’dan çıktıklarından sonra, dilek kasabası’nı-da geçmişler – Malatya, Sivas kara yoluna girmişlerdi. Ama, (Yusuf), dügün salonun’da (kendilerine) yapılan o aymazlığa üzgün olduğundan, sessiz sedasız bir vaziyette, (koltuğuna oturmuş) onca olanlara bir anlam veremiyordu. Ancak, digerleri’nin-de keyfi bin beş yüz’müy’dü? Hayır hayır, bütün herkes sus pus içindelerdi, adeta solmuşlardı. ortamın sessizliğini” yine, Yusuf bozdu. Döş cebinden çıkardığı kalem ile kağıda, bir şeyler yazam” diye, (gene) bir şeyler yazmaya başlamıştı. Eger ki, Yusuf kalemi kağıdı çıkarmış’da bir şeyler yazmaya başlamışsa, mutlaka bir düşündüğü vardır? Yine, o yazdığı yazısı’da” var ya, (büyük ihtimalle şiirdir) dügün salonun’da, bütün herkesin masasına ilgi ve alaka gösterilip’de, bizim masamıza bakmayan o aymaz’a yazıyordur büyük ihtimalle? eger ki, o’na yazıyor ise, (işte o zaman) dünya durdukca, Hz. Ali’nin çatal kılıcından kendini kurtaramıyan kafirin, zalim komutanı” Amr – gibi, o’da kendini, Yusuf’un kaleminden ve o kalemin yazdığı yazılarından kurtaramaz? Diyordu Hatice hanım: Yusuf, elindeki kağıda bir şeyler yazmaya başlayınca, kardeşi Hasan’da o ne abi, (gene) aklına bir şeyler mi geldi’de yazmaya başladın” diye, daha sormaya başlamadan, (gene) yengesi Hatice hanım laf’a girerek, o yazar Hasan’ım, o yazar” diye, aklından geçeni söylemek isteyince, bu sefer’de Elmas gelin laf’a girerek, (abim) dügün salonunda’ki o saygısızlığı yazıyor” herhalde, diyordu. öte taraftan Hasan’ın oğlu Murat’da, yaz amca yaz. Dügün salonunda bizim masamıza bakmayan o saygısızlarıda yaz, diyordu. Tekrar (amcasına) yazdığın şiir’in adı ney” amca, diye sorduğunda? O’da, Murat’a, yazdığım şiir’in adı “Adam gibi oturduğum masa’ma / gelip’de bakmadı, körün birisi” yani, “Körün Birisi” diye söyleyince, hemi Murat hemi’de arabanın içindekiler, şiir’in adı hakkında görüşlerini dile getirirken, o saygısızlara göre, tam’da yerinde bir şiir ismi diyorlardı. Böyle bir sobet içine girdiklerinden dolayı, Yazıhan’a geldiklerinin bile farkına varamamışlardı. Yazıhan’a gelmeye gelmişlerdi; ama, Murat’ın-da eline öyle bir fırsat geçmişti ki? amcasına, yav amca şu yazdığın şiiri’ni hele bir oku’da bir dinliyek, şiir güzelmi olmuş, yoksam kötümü olmuş” diye, yakasına yapışınca, yusuf’da, Murat’ın ısrarlarına daha fazla dayanamıyarak yazdığı şiiri’ni okumaya başlamıştı.
KÖRÜN BİRİSİ.
Adam gibi oturduğum masama
Gelip'de bakmadı erin birisi
Adam olmadık vicdansız, şahsıma
Dönüp'de bakmadı körün birisi
Ne uçarsın gök yüzünde havada
Dağılırsın bir nefeslik rüzgarda
Bu işler insana yakışmaz amma
Görüp'de bakmadı şerin birisi
Dostlar, Adem gibi ben'de bir erim
Bu gün varsam, yarın çeker giderim
Düşman değilim ya, bir misafirim
Bilip'de bakmadı kerin birisi
Kul Yusuf der limon sıkam aklına
Ne insanlık kalmış nede bir haya
Ölü'de düğünde hemi bayramda
Küsüp'de bakmadı itin birisi.
Sayfa: 76.
--------------------------------------------------------------------------------------
Yusuf şiiri’ni bitirdikten sonra, hemi Murat hemi’de Serhat, hay Allah’ına kurban amcam. Senin bu şiir’in “var ya, tam yerli yerince güzel bir şiir olmuş: yine söylüyorum, senin bu şiir’in “var ya, bizim masamıza bakmayan sadece bir o saygısız adam’a değil haa, dünyada’ki bütün saygısızlara ibret olsun” deyip – her ikisi’de amcalarının boynuna sarılıp yanaklarından öpüyorlardı. Yusuf, her ne kadar sağolun varolun çocuklar dediyse de bir türlü Murat ile Serhat’ın elinden kurtulamıyordu. Nihayet, gece’nin bir vaktinde evlerinin önüne gelmişlerdi. araba kapının önünde durduğunda (ancak o zaman) amcalarını serbest bırakmışlardı. Dügünün gürültüsünden patırtısından olacak ki, kafaları bir hayli şişmiş olan Yusuf gil, evlerine girdiklerinde (hemen) yatacak yataklarını hazırlayıp düşüp - yerlerine yatmışlardı. Bütün herkesin uyumuş olmalarına rağmen, Yusuf hala uyuyamamıştı. Yattığı yatağının içinde sağa sola döndükçe, dügün salonunda olan o saygısızlık (aklından) hiç çıkmıyor - bir film şeridi gibi gelip geçiyordu. Böyle düşündükçe’de kahroluyor - hatta kendi kendine söylenerek, Ula siz görürsünüz? Allah büyük Mevlam Kerim’dir; aradan nice yıllar geçse bile? Ben, bize yapılan bu saygısızlığı hiç unutmuyacağım. hatta gün gelecek sizlerin bu yaptıklarınızı dünya kamuoyu’yla paylaşacağım / yazacağım. Sizler için yazdığım aha bu türkü’yü-de kamuoyu’yla paylaşıp / yazacağım. Deyip – kendi kendine kederlenen Yusuf, el,mi yaman bey’mi yaman (siz görürsünüz)? yeri ve zamanı gelince, bu yaptıklarınızın mükafatını mutlaka alacaksınız” diye, kafası’nın içinde kurgu kura kura kendiside diger uyuyanlar gibi uyumuştu. Uyumaya Uyumuştu ama, her zaman ki olduğu gibi (gene) sabah erkenden uyanmıştı. Yattığı yerde biraz yatak keyfi yaptıktan sonra, daha fazla yatamıyarak yattığı yerden usulca kalkıp - doğruca lavaboya giderek elini yüzünü bir güzelce yıkadıktan sonra, oradan’da balona çıkar; zaman zaman özlem duyduğu, taşının toprağının kokusuna hasret kaldığı köyü’ne doğru” yani, Fethiye’nin o muhteşem güzelliğine doğru, hatta 1500,lü yıllarda zamanın padişahı tarafından asimile edilmek için “yani, Alevileri, Alevilikten Sünniliğe çevirmek için, (yine) yani, 12. İmamların, Ehlibeyt’in, Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed’in, Kur’an-ın ve Allah’ın yoluna / Sıratülmüstakim yoluna sımsıkı bağlı olan Alevileri bu hak ve Hakk yolundan ayırıp – yezidin zihniyetini benimsetmek adına? Alevileri Sünniliğe çevirmek için zora ki olarak (köye) yaptırılan eski ve tarihi Cami’ye-de bakarak, bütün köyü seyredip duruyordu. Gene akşam ki gibi, Yusuf malihülya-lara dalmıştı. Köyü’nü seyrettik-ce, köyü’nün insanları bir bir gözünün önüne geldik-ce? Yine, kendi kendine söylenen Yusuf; köyümüz çok güzel bir köy - hatta, şu Malatya coğrafyası dahilinde en güzel topraklara sahip olan köy, bizim köyümüz. Eee, imarı’yla iskanı’yla-da bakımlı bir köy, köyümüz. İnsanlarına gelince, insanları’da çok saygı deger – çok münevver - hatta, (yardımlaşmayı sevdiklerinden olacak ki) bütün iyilikleri ve insaniyetlikleri kendilerine ilke edinmişlerdi.
Sayfa: 77.
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Onun ötesinde, Atatürk’çü, Cumhuriyet’çi, özgürlükten ve barıştan yana oldukları bilinmekle birlikte, saygıya layık ve asil bir millet oldukları (ortada) gün gibi aşikardı. Hatta benimseyip’de bağırlarına bastıkları bu hakikatı, bu yolu bütün dünya aleminin’de bildiği aşikardı. Yani, bir başka şekilde’de bunun izahi edilecek olunursa? Yüz yıllardır süre gelen, ne o zulme karşı, ne de o zulüm edenlerin şeytanice yaptıkları / uyguladıkları baskılarına karşı boyun eğmiyerek – Türkmen soyundan olup (dini bakımından olsun, ya da özel yaşamlarında olsun) kendi gelenek ve göreneklerini, kendi örf ve adetlerini yaşamışlar / yaşatmışlar ve yaşamaya / yaşatmaya’da devam etmektelerdi. “diye, düşünen Yusuf… olabilir; bir ağaç’da, her zaman sağlam meyve verecek değil, bazı bazı’da içinden çürükleri çıkacaktır? Deyip – “bir başka örnekle” devam ederek, bir rüzgarın esintisine kapılıp’da gelen bir ayrık otu tohumu misali, (düştüğü yer’de) toprağa kök salıp’da filiz verdimi? Bütün her tarafıya kol atar – etrafına kol attığı zaman’da sağına soluna zarar verirler. İşte Kerbela olayında’da, yezit ve o’nun taraftarı olanlar (aynı) ayrık otu misali, kendilerine boyun eğmeyen Cennet varislerinden biri olan Hz. Hüseyin’i şehit ederek – taa o zaman’dan beri yer yüzüne kin ve nifak tohumlarını ekmişlerdir. Yusuf, karşısında gördüğü, hemi o cami’nin hemi de kendine yapılan o yanlış’ın hakkında yorumlar yapıyordu. Hatta, bu dünya var oldukca her zaman yezit gibi çürük meyveler olacaktır” diye, kanaat getiriyordu: nihayet, o günü’de köyde kaldıktan sonra, ertesi günü (gene) Hüseyin Koç’un dolmuşu’na binerek Malatya’ya giderler. Üç dört gün’de Malatya’da kaldıktan sonra, bir otobüs şirketinden bilet alıp, bir Pazar sabahı saat on’da otobüse binerek (ver elini) doğruca, Adana’ya hareket ederler. Yusuf ile Hatice sabah kahvaltılarını pek öyle ahım şahım misali yapmadıkları için, karınları’da pek acıkmıştı. Otobüs’ün içinde her ne kadar, kek, meşrubat ve çay verdilerse’de, Yusuf ile Hatice hanıma hiç bir fayda vermemişti. Otobüs, Pazarcık’ta durup’da yemek molası verince (hemen) Yusuf gil kendilerini lokanta’ya atmışlardı – (acele tarafından) karsonu yanlarına çağırarak, iki kişilik kuru fasulye ile pilav istediklerinden sonra, (çocuk) karson siparişleri getirmek için mutfağa giderken, yusuf’da arkasından (şöyle) bağırıyordu. Bu yemekler kuru soğansız yenmez ha? Yemekleri getirirken kuru soğan’da getir. Birde ekmeği’de bol getir” emii, diyordu. karson çocuk, aceleyle mutfağa giderken, yusuf’un sesini duyunca, aniden geriye dönerek, (tamam abi tamam) iki baş kuru soğan’la ekmeği’de bol getireceğim” dedikten sonra, gene bir acele’yle mutfağa doru yönelmişti… Malatya’dan gelip’de Adana, Mersin istikametine giden otobüs’ün yolcularıyla lokantanın içi tıka basa dolmuştu. Demek ki sabah’ın erken saatinde, bir Yusuf ile Hatice hanım değil, otobüs’ün bütün yolcuları kahvaltılarını az yapıp yola çıkmışlardı. Yusuf gil gibi, diger yolcularda ısmarladıkları yemeklerini bekliyorlardı. Nihayet, karsonlar bütün müşterilerinin yemeklerini getirdikleri gibi, Yusuf ile Hatice’nin-de yemeklerini getirmişlerdi.
Sayfa: 78.
----------------------------------------------------------------------------------------------
Yusuf, türüm türüm tüten yemeğin o nefis kokusunu bir güzelce içine çektikten sonra, bir lezzet, bir tat vermesi için, baharat çeşitlerini’de katarak, yemeğini kaşıklamaya başlamıştı. Aradan on dakika geçmişti ki, her ikisi’nin-de karınları doymuştu. Yemeklerini yediklerinden sonra, Yusuf eli,ni sema’ya doğru açarak, ya ilahi ya’rabb-im hiç kimseyi, ama hiç kimseyi açlık ile terbiye eyleme, bir ekmeğe muhtaç olan bütün kullarını gözet, o’nlara bol bol, gani gani rızıklar ver Allah’ım” diyerek duası’nı-da ettikten sonra, (eşi) Hatice hanıma’da, hadi hanım gayrı kalkalım deyip’de kalkacakları sırada, karson’un biri gelip’de boş tabakları toparlarken, yusuf ile Hatice’ye-de, çaylarımız yeni çıktı, sizlerede çay getirelim mi / çay içermisiniz” sorusuna, yusuf’da, vay senin Allah’ına kurban emi, (demin) benim’de aklımdan çay geçiyordu, (sanki’de) benim aklımı okumuş gibi oldun. tabi ki içeriz yegenim, de hadi çaylarımızı’da getir, gelirken hesabımızı’da getir” diyordu. karson’da tamam abi başım üstüne deyip (hemen) aceleyle geri gider – karson gittikten iki üç dakika sonra, hemi çayları ve hemi’de yedikleri yemeğin hesabını getirmişti. Gelen hesabı ödeyip’de gönül rahatlığıyla çaylarını’da içen Yusuf ile hatice, hadi kalkalım’da yerimizi alalım, şimdi biraz’dan otobüs’de hareket eder” diyerekten, yerlerinden kalkıp dışarıya çıkmışlardı. Üç beş dakika’da dışarıda gezindikten sonra, otobüse binip yerlerini aldıkları sırada, lokanta’nın içinde karson’un biri eli,ne mikrofonu alarak; Malatya’dan gelip’de Adana, Mersin istikametine gitmekte olan “Beydağı” turzim’in sayın yolcuları, yerlerinizi almanızı rica ederiz” diye, anons yapıyorlardı. Bu anonsu duyan diger yolcularda birer ikişer binerek yerlerini aldıktan sonra, otobüs’te Osmaniye, Ceyhan, Adana ve Mersine istikametine doğru yola çıkmıştı. O günü saat dört sularında Adana otogarı’na giren otobüsten, Adana yolcuları inerek evlerine gitmek için, orada hazır bekleyen şirketin servis aracına binip otogar’dan ayrılmışlardı. Yusuf gil’in ise eşyalarının çokluğundan servise aracına binemiyerek, oradan bir piyasa taksi’si çağırıp – o’nlar’da evlerine gitmek için, taksiyle hareket etmişlerdi. O günü akşamleyin, oğulları, kızı ve torunları, (o’nlara) hoş geldine gelerek birbirleriyle bolca hoş sohbet edip hasret gidermişlerdi. Yusuf’un, torunları Doğukan ile Yusuf Kaan, (dedelerine) dede, bundan bir iki ay önce hep birlikte Malatya’ya giderken, (sen) bize yaşanmış bir hikaye’yi anlatmıştın. O zaman, yol’da giderken anlattığın o hikaye” var ya, çok güzeldi. Hatta karnımız acıkıp’da bizim ağlamamıza rağmen” yine’de, senin anlattığın o hikaye’yi zevkle dinlemiştik” dediklerinde. Dedeleri’de, (torunlarına) madem ki anlattığım o yaşanmış hikaye’yi can kulağınızla, can’la baş’la hemi’de zevkle dinleyip - hala, ama hala o günden bu güne kadar unutmadığınıza göre sizleri’de canı gönülden kutlar, her ikinizin’de gözlerinizden öperim” diyordu.
Sayfa. 79.
------------------------------------------------------------------------------------------------
Daha edemedi, elini cebine atarak para cüzdanı’nı çıkartıp her iki torunu’na-da bir miktar harçlık verince, “deyim yerindeyse” çocukların gözleri fal taşı gibi parıl parıl parlamaya başlamıştı. Dedelerinden bir miktar harçlığı alan çocuklar’da o sevinç ile birlikte, fırsatı değerlendirerek dedelerinden” yine, o hikaye’ye benzer yaşanmış bir hikaye daha anlatmasını istiyorlardı. Dedeleride, torunlarının ısrarlarına daha fazla dayanamıyarak, Tamam çocuklar tamam, (ben) sizin o gül hatırınızı hiç kırarmıyım… benim bildiğim, hatta tanık olduğum, “Vayloğ dede’nin” kerametlerinden birini (gene) size anlatam” deyip- torunlarının yüzüne doğru’da bakarak, bakın çocuklarım, çok eskiden, bir zamanlar bizim ellerde “Vayloğ dede” diye, bir ulu zat” var’dı, deyip sözlerine başlar.
VAYLOĞ DEDE’NİN KERAMETLERİ.
Zannedersem, Yıllardan 1967. yılıydı.
Bir kırmızı kamyon yükünü yükledikten sonra, uzun bir yolculuğa çıkıp - Vıııın diye ses çıkararak yükünü zamanın’da yerine yetiştirmek için yoluna devam eden kamyon sürücüsü ve sahibi gecenin bir vaktine kadar yol gittiklerinden dolayı, her ikisi,nin-de hallerinden belli oluyordu ki yorgunluktan göz kapakları ağırlaşıp zaman zaman da ( Rezil uyku dedikleri ) O tatlı uyku ile uyumamak arasında gözlerini yumup yumup açıyorlardı. Ancak, kamyon’un sahibi bu duruma daha fazla dayanamıyarak göz kapakları yumulmuş derin bir uykuya dalmıştı. “Hani, uyku uykuyu getirir “derler ya, kamyon sahibinin horultusuna dayanamıyan şöförün,de göz kapakları yumulmuş sanki,de ölüme davetiye çıkarmışlardı. Direksiyon hakimiyeti olmayan kamyon da yoldan çıkarak çukurlara düşüp tümseklerden hoplayıp - bir uçurumdan aşağıya düşecekken “Allah’tan olacak ki, bir mucize eseri o gürültüye şöför uyanarak frene basıp kamyonu durdurur. uçurumdan aşağıya düşmekten ve mutlak bir ölümden kurtulurlar. kamyon durduğunda kamyonun sahibi,de o tatlı uykusundan uyanır; uyanır uyanmaz’da, (kendi kendine söylenerek), Dedem, aha senin niyazın” deyip - kendi eline niyaz eder. Sabah olmasına da az bir zaman kalmıştır. bir iki saat sonra, gün ışıyınca kamyonun sahibi gözle görülen birkaç evin bulunduğu yere doğru giderek, oradan bir traktör getirip kamyonu gerisin geriye çektirip yola çıkartırlar; daha sonra, traktörcününde el emeğini ( ücretini ) verip tekrar yollarına devam ederler. Kamyon, Malatya ya sağ salim gelir; yükü’nü boşaltacağı yere’de yükünü boşalttıktan sonra, daha başka bir yük almıyarak, (doğruca) Fethiye’ye giderler, Fethiye’ye geldikten sonra, kamyon’un sahibi, kamyonun’dan inerek hiçbir yere uğramadan doğruca, “Alhasın Yusuf’un, evine gider, misafir odasın’da olan, Vayloğ dede, Alhasın Yusuf’un ablası, Alhasın kızı Elif ve o’nun 12. yaşlarında olan, torunu Yusuf vardı, bundan sonrasını’da Yusuf’un gözleri önünde cereyan eden olayları o’nun ağzından dinliyelim der: ve yusuf’da, Gıjjik bibi’nin oğlu “Hüseyin abi, misafir odasından içeriye girip doğruca Vayloğ dede’nin yanına gelerek, eğilip elini öptü, dede’nin dizine eğilerek’de, (dedem) Allah Allah deyip - bir dua etde ceddiyin hayrına işimiz rast gide” dedi. Vayloğ dede’de bir dua etti ki “sanki de yer gök iniledi, orada hazır bulunan hepimizin gözlerimizden göz yaşlarımız akmaya başladı, dua bittikten sonra, Hüseyin abi cebinden yüz türk lirası çıkararak Vayloğ dede nin oturduğu minderin altına koyup başlarından geçen olayları aynen şöylece anlatıyordu. Dedem, (biz) kamyona yükümüzü yükleyip’de yol,da gelirken, gecenin bir vaktinde ben’de uyumuşum, kamyonu süren (aha bu Elif bibim’in oğlu) Hüseyin de uyumuş, her ikimiz’de uykunun içindeyken direksiyon hakimiyeti olmayan kamyon,da yoldan çıkıp çukurlara düşerek, taştan tümsekten hoplayarak, bir uçurumdan düşecekken “demek ki, Allah tan bir mucize oluyor’da” kamyon duruyor. Ancak, ben’de o uykunun içinde rüyam,da Vayloğ dede mi, “yani, seni gördüm. Dedem, “sen var ya, bana hiç korkmayın, ne size nede arabanıza hiçbir şey olmıyacak, gün ışıyınca,da karşı ki evlerin birinden bir traktör getirin arabanızı’da çekip çıkarın, ben de, Fethiye de kirvem Alhasın Yusuf un evindeyim dediğinde, işte tam o esnada kamyonun o gürültüsüne, uykudan uyandım, sabah olunca da (rüyam’da) dedemin dediklerini bir bir yapıp – kamyonu, o düştüğü yerden çıkarttık, Malatya ya gelip yükümüzü boşalttıktan sonra, bir aceley’le bir gayret,le köye geldik. benim aklım’da hep o gördüğüm rüyam vardı ( dedem, bana ben kirvem Yusuf un evindeyim demişti ) ben’de köye gelir gelmez, hiçbir yere uğramadan doğruca buraya geldim. ve dede’min-de dediği gibi, kendisini Yusuf ağanın evinde buldum” diyen, Hüseyin abi’nin başından geçen olaylara ve Vayloğ dede nin de göstermiş olduğu kerameti duyduğuma bizzat canlı şahit oldum. Bende bir Şah İbrahim Veli talibi olarak, Allah’tan dileğim, Vayloğ Dede nin Ceddi bizleri ve inananları darda koymuya, cümlemize erişe İnşallah Allah Allah. Deyip – birde, Vayloğ dede için yazdığı şiir’ini okumaya başladı.
VAYLOĞ DEDEYE.
Mezirme elinde bir ulu zattır
Hediyeli gider vayloğ dedeye
Muhammed Aliye aslı dayanır
Sediyeli gider vayloğ dedeye
Onun yeri Şah İbrahim ocağı
Her yerde çağrılır o güzel adı
Dört bir yandan gelir hastası sağı
Eseryeli gider vayloğ dedeye
Sıtkı candan çağırsalar adını
Her can alır ondan her muradını
Lokması helaldir bilmez haramı
Fethiyeli gider vayloğ dedeye
Der Yusuf tanırım vayloğ dedemi
Yüzüne söylerdi içindekini
Bilen bilir onun kerametini
Türkiyeli gider vayloğ dedeye.?
Yusuf, Vayloğ dede’nin kerametlerinden anlattıkca anlatır. Yusuf, (anlattıkca) torunları’da bir öğretmen’in sınıfta ders anlattığını dinler gibi, can kulağıyla dedelerini dinliyorlardı. Çocuklar, zaman zaman dedelerine, Vayloğ dede nasıl dede olmuş, ya da herkes’de o’nun gibi dede olabilirmi? Diye, soru soruyorlardı. Dedeleri’de torunlarına, benim güzel çocuklarım, öyle her önüne gelen, ya da her isteyen dede olamaz. Bir örnek verecek olursam; dede olmak için, birinci şart, Ehlibeyt soyundan olması gerek, Ehibeyt soyundan olan bir zat’da “Ehlizikir” gibi Kur’an-ı Kerim’in ahkamını bilmeli, ancak ki Kur’an-ın ahkamı’nı “ Ehlizikir” bilir ve o’nun soyundan gelenler bilir. Dede olmak için işte bunları bilmek şart. Ayrıyeten bir başka şart olan şeyi’de (sizlere) anlatam. Ahiri zaman Peygamberi, Muhammed Mustafa’nın Peygamberliğine ve diger bütün Peygamberler’in Peygamberliğine iman edip – şehadet getirmeleri - Allah’ın ve Hz. Ali’nin velayetine iman etmek, “yani, Allah’ın, kulpu sağlam kopmaz ipine sımsıkı sarılmaları lazımdır. Allah’ın kulpu sağlam kopmaz ipi ise, Hz. Ali’dir. Allah’ın, kulpu sağlam kopmaz ipine sarılanlar’da cennet ehlidirler. Dede olmak için bunların yanı sıra Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de-de belirttiği,” Ehlibeyt’imi her mekruhtan arındırıp temiz ve pak kıldım”. Dediğinden yola çıkarsak? Dede olacak, Her can taşıyan bir can’ın Ehlibeyt ve 12. İmamların soyundan gelmeleri ve yukarıda saydığım, Allah’ın “Sıratülmüstakim” yolunu bilmeleri halinde “dede, olabilirler. Ve işte böyle dedelerin’de, Cedlerinin yüzüsuyu hürmetine, bu yola bağlı insanların dilek ve temennileri, Allah katında kabül görür. Çocukların aklına, “Cedlerinin yüzüsuyu hürmetine” dediği sözü takıldığından, (dedelerine) dede, senin demin ki dediğin “ced” ne demek” diye, soru sorurlar? Dedeleri’de torunlarına, hay aferin size çocuklarım. Söylediğim sözlerime harfiyen dikat ederek, güzel bir sözü anlamak adına ve bilgi dağarcığınızı’da genişletmek adına “Ced” ne demek” diye, soru soruyorsunuz. Bir kere daha sizlere aferin. Ancak, “Ced’din” ne demek olduğunu biraz önce’de anlattığım sözlerden yola çıkarsak? Allah (cc) den başlıyarak,o’nun dört kitabına ve peygamberlerine inanmakla beraber “ Kur’an-ı Kerim-i” kendisine indirdiği ahiri zaman Peygamberimiz olan, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) e ve o’nun soyu / nesli olan Ehlibeyt-i ve 12.İmamları olan ve o’nların neslinden / soyundan gelen dedelerin geçmişlerine” yani, şu yukardaki saydıklarıma “Ced” denir. Bir başka deyişle “örneğin” benim “Ced’dim” Hakk, Muhammed, Ali’dir. Zaten bu üç mübarek isme bağlı olup’da – velayetine bağlı kaldınızmı, hemi doğru / hak yol a, hemi’de Hakk yol a bağlı kalmış olursunuz.
Sayfa: 80.
---------------------------------------------------------------------------------------------
Aslı, soyu, sopu, Ceddi olmıyanın’da, ne geçmişi olur ne de gelecekleri olur. O’nlar’da Allah (cc) katında kafir olmuşlardır, çünkü, o’nlar münafıklıktan geri kalmazlarda ondan? ve cehennem ehlidirler. Deyip – “Ced” konusunu’da bir bir izah edip / anlatarak torunlarını ikna ettikten sonra, işte biraz evvel ki söylediklerim “var ya, o Vayloğ dede’nin Ceddi’dir” deyip – tekrar, kaldığı yerden sözlerine devam etmeye başlamıştı. Bir müddet daha anlattıktan sonra, Vayloğ dede’nin kerametlerini bitirdiğinde, çocukların’da yüzünde (Vayloğ dede hakkında) bir güven duygusu oluşmuştu / belirmişti. Ve dedelerine, ağzına sağlık, çok sağol dedeciğim” dedikleri sıra’da hatice hanım, mutfaktan seslenerek, yemeğinizi hazırladım, yemek soğumadan hadi gelin’de yemeğinizi yeyin” diyordu. Hatice hanımı duyan, Yusuf ile torunları, Doğukan ve Yusuf Kaan, her üçü’de kalkarak mutfağa giderler. Bütün ev halkı yemeklerini yedikten sonra, çocuklar dedelerini bırakmış, bu sefer’de biri’nin babaannesi, bir digeri’nin-de anneannesi olan, Hatice hanım’ın yakasına yapışmışlardı. Dedemin bize anlattığı hikayeleri sona erdi / bitti. Şimdi bir hikaye’de sen anlat” diyorlardı. Hatice hanım, torunlarının o ısrarlı yalvarışlarına daha fazla dayanamıyarak, tamam çocuklar tamam. Aha şu bulaşık kaplarımı yıkıyam’da, ondan sonra, size bir güzelce hikaye anlatam” diyordu. aradan birkaç dakika geçtikten sonra, Hatice hanım’da içeriye, torunlarının yanına gelerek, Adana’ya gelmezden önceki keni yaşamlarından, kendi geçmişlerinden anlatmaya başlamıştı. Hatice hanım, torunlarına, benim güzel çocuklarım, hemi bana bakın ve hemi’de beni iyi’den iyiye, iyice dinleyin. Benim anlatacaklarıma iyice kulak verin. Bizler durup dururken, kendi elimzi, kendi yurdumuzu, kendi köyümüzü, kendi memleketimizi, birde üstüne üstlük keni hısımımızı / akrabamızı. Ve hemi’de kendi köylülerimizi, oralarda atıp’da boşuna “taa, buralara gelmedik? Mutlaka bir sebebi vardı’da, dengimizi / göçümüzü yükleyip – elin garip / gurbet ellerine geldik. Adana’ya neden göç (hicret) ettik biliyormusunuz deyince, (çocuklar’da yook, bilmiyoruz) diye yanıtlamışlardı. Çocuklardan, sözü alan Hatice hanım, (çocuklara) benim güzel çocuklarım, biz “var ya, bir zamanlar çok zengin değilsek’de, çok’da fakir değildik. O zamanlar iyi kötü elimizde paramız pulumuz’da” vardı. Bu konuya şuradan devem etmek istiyorum. Bizim köylülerin hemen hemen hepisi almanya’da-lar, dedenizin teyzesi” Fattey gil’de Almanya’da-lar. Bir keresinde izine geldiklerinde, İşte bu Fattey teyze’nin kızı Fadime’yi-de Allah’ın emri Peygamberin kavliyle, kaynım Ali’ye istedik” niye istedik, çünkü, Ali’yi-de Almanya’ya götürelerde, o’da bu yoksulluktan, bu rezillikten kurtula” diye. Biz, Allah’ın emri Peygamberin kavliyle, her ne kadar istesek’de, Fattey teyzemizin, kızı vermekten yana gönlü oluyor” ama, kızın babası, Alirıza emmi, kızını vermekten yana, hiç mi hiç yanaşmıyor. Ayağına götürdüğümüz (deve dişi) gibi kaç kişi adam var sa, hepsi’de ısrar ettiler amma, İnadının üzerine düşenler gibi “Nuh der’de Peygamber demez” misalinden, kızı Fadime’yi kaynım Ali’ye vermez. Bu arada kaynanam Yeter ile bacısı Fattey teyze, zaman zaman bir araya geldiklerinde; demek ki kendi aralarında konuşup anlaşmışlar ki. Eger ki, Alirıza, Fadime’yi Ali’ye vermezse, kızı / Fadime’yi Ali’ye kaçırttıracaklar. Eee bu arada Alirıza emmi gilin’de izinleri bitip’de Almanya’ya geri gidecekleri için, hazırlıklarına başlamışlar – bavullarını / valizlerini tutmuşlar – yani, yarın ki güne yola çıkmaları gerekiyor. Amma, tuttukları / dengi terazi ettikleri bavullarının / valizlerinin içindeki’ler-de ney’di biliyormusunuz” deyince, çocuklar’da biz ne bilek bavulların içindekileri? Peki neymiş” diye’de sorduklarında. Hatice hanım’da, hiç ney olacak ki, her zaman ki yediğimiz şeylerden, bulgur, tarhana, mercimek, domates salçası, işte bunun gibi şeyler… eskiden, bizim köylüler, Almanya’dan geldiklerinde bol bol beyaz gömlek’le kadınların, kızların başlarına bağladıkları naylondan eşarp – birde kocaman bir teyp getirirlerdi.
Sayfa: 81.
Kendi linklerini ekle: