Hz. Hüseyin'in Hayatı

 

 

 

Hz. HÜSEYİN (r.a.)

 

Hz. Peygamber (s.a.s)' Hz. Fatıma (r.anha)'n torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'#305;n ikinci oğlu. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde dünyaya geldi.

Hz. Hüseyin' ismini Peygamber Efendimiz koydu. Hz. Hüseyin doğduğu zaman, Cebrail (a.s) gelip "Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun' oğlunun ismini koy diyor" dedi.

Peygamber Efendimiz "Ey Cebrail: Harun' oğlunun ismi nedir?" diye sordu.

Cebrail (a.s) "Şebir" dedi.

Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.

Cebrail (a.s) "Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi (Diyar bekrî, el-Hamîs, 1,471).

Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber (s.a.s)'çok benziyordu. Hz. Ali (r.a) "Hasan, Rasûlüllah'göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi" (Ahmed b. Hanbel Müsned, 1, 108) demişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a)'son derece düşkün olup onları çok severdi. Onların hakkında,

"Allah'305;m: Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları" (Tirmîzî Sünen V, 661).

"Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kolladığım iki reyhanimdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288);

"Hasan ve Hüseyin'seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288);

Peygamber Efendimiz (s.a.s) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin' gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Hz. Hüseyin, Rasûlüllah (s.a.s)'n deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Arkasından da "Bundan güzel deve olabilir mi?" buyururlardı.

Peygamber Efendimiz, bir gün, cenazelerin konulduğu yerde oturuyordu. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, güreşmeye başladılar. Peygamber Efendimiz gülerek "Ha gayret Hasan; Göreyim seni, yakala Hüseyin'" diyerek Hz. Hasan'305; kayırınca, Hz. Ali: "Yâ Rasûlüllah: Sen Hüseyin'kayırmalı değil miydin? Hasan daha büyüktür" dedi. Peygamberimiz "Baksana Cebrail', Hüseyin' (Ha gayret Hüseyin göreyim seni) diyor." buyurdu (Zehebî, Siyer Alâmü'Nübelâ, 111, s. 190-191).

Hz. Peygamber (s.a.s) torunlarından olan Hz. Hüseyin' çocukluk yılları Peygamberimizin otağından geçmiştir. Rasûlüllah'305;n eğitiminden yetişip imanı yudumlaya yudumlaya büyüyen Hz. Hüseyin' sonu da şehadet ikliminde gerçekleşmiştir. İnsanın hayatında Allah ve Rasûlü'uuml;n hükmünden başka hiç bir hükmün geçerli olamayacağını derinden kavramış olan Hz. Hüseyin, bu gerçeğe gölge düşürenlere zerre kadar meyletmemiş; bilakis destansı bir tavırla onların önlerine dikilmiştir.

Muâviye, hicretin altmışıncı yılında Recep ayının ortalarında Şam' vefat etti. Muâviye'n vefatından sonra Şamlılar Muâviye b. Ebi Sûfyan'305;n oğlu Yezid'bey' ettiler.

Yezid' iktidara geçmesi saltanat seklinde gerçekleşti. Yezid, kendisinin bu şekilde idareyi ele alışına başta Hz. Hüseyin olmak üzere pek çok Sahabe'n rıza göstermeyeceğini, hatta şiddetli tepkilerle karşılayacağını biliyordu. İktidarı elden kaçırmamak için çok süratli davranıyordu. Hemen Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan'bir mektup gönderdi.

Mektubunda şöyle yazıyordu: "Mektubum sana geldiği zaman, Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr'buldur, onların bana bey'larını al! Eğer, bey'tan kaçınırlarsa, boyunlarını vur, başlarını bana gönder: Halkın da bey'larını al, Bey'tan kaçınanlar hakkında, Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir, Vesselam "

Yezidin; Medine valisine yazmış olduğu mektubunda Hz. Hüseyin'n ve ileri gelen sahabilerden bey'larını almasını, bu konuda gevşek davranmamasını istediği de kaynaklarda kaydedilir .

Yezid' iktidarı ele almasından sonra Kûfeliler Hz. Hüseyin (r.a)'mektuplar göndererek, onu dâvet edip, yanlarına geldiği takdirde kendisini Emirü'mü'nin ilan edeceklerini üst üste yazdıkları mektuplarda belirtmişlerdi. Ayrıca şu anda emirleri olmadığından cuma namazına çıkmadıklarını bildirmişlerdi.

Hz. Hüseyin, Medine'n Mekke' gidip buradan Küfelilerle haberleşmeye başlamıştı. Kûfelilerin durumunu kesin olarak anlamak için de amcasının oğlu Müslim b. Akil'Kûfe' göndermişti. Müslim Kûfe' durumun iyi olduğunu, insanların bey' için hazır bulunduklarını bildiren bir mektup gönderdi. Hz. Hüseyin bu haberden sonra kesin karar verip Kûfe' gitme hazırlıklarına başladı.

Hz. Hüseyin Kûfe yolculuğuna hazırlanırken, Abdullah İbn Abbâs, bu yolculuktan vazgeçmesini ısrarla istemişti. Aynı şekilde Abdullah ibn Ömer ve tabiunun ileri gelen âlimlerinden İmam Şa'icirc; de Hz. Hüseyin' Kûfe' gitmemesini istemişler, özellikle Iraklılara güvenilmeyeceğini vurgulamışlardı. Ama Hz. Hüseyin Kûfe' gitme konusunda kesin kararlıydı .

Yezid, Hz. Hüseyin' Kûfe' doğru yol aldığını haber alınca, Kûfe valisini değiştirmiş, Basra valisi olan Ubeydullah ibn Ziyad'ek bir görev olarak, Kûfe valiliğini de vermişti.

Ubeydullah b. Ziyad, Kûfe valiliğini de üstlenince ilk iş olarak Müslim b. Akil'çok feci bir şekilde şehid etti.

Yezid, Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyad'Hz. Hüseyin hakkında şu emri veriyordu:

"Şimdi sen, benim istediğim gibi olmakta devam ediyorsun. Yaptığını akıllı ve beceriklilere yaraşır bir biçimde yaptın. Sebatlı, azimli bir kahraman saldırışıyla saldırdın. Başkalarına ihtiyaç bırakmayıp bu işin üstünden geldin. Bana erişen habere göre: Hüseyin b. Ali, Mekke'n ayrılmış, senin tarafına doğru gelmekte imiş. O' hemen casusları kavuştur. Yollara gözcüler dik. Olanca duruşla bunun üzerinde dur. Seninle çarpışmadıkça sakın kimse ile çarpışma. Her gün, olan bitenlerin haberini bana yaz."

Hz. Hüseyin' Kûfe yolculuğu sürerken, gelen haberler hiç de iyi değildi. Müslim b. Akil' şehid edildiği haberi bile kendisine ulaştığında artık geri dönmek mümkün değildi. Yol esnasında pek çok kişi Kûfe' gitmemesini, mutlaka geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Hz. Hüseyin büyük bir kararlılıkla Kûfe' doğru yol almaya devam ediyordu. Bu arada kendisi için tuzaklar kuruldu. Gelişen olumsuz olaylar nedeniyle, Hz. Hüseyin beraberindekilere "dileyen dönebilir, ben sizi yanımda zorla götürmek istemem" demişti. Ama hiç bir kimse ondan ayrılmadı (Zehebî- A'acirc;mü'Nübelâ, 111, 201-202).

Hz. Hüseyin, Hurr b. Yezid et-Temimî'n kumandası altındaki bin kişilik Kûfe süvârî birliği ile karşılaştı. Hurr b. Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'305;n emrine uygun olarak hareket ediyordu. Hurr, Ubeydullah'305;n emri gereğince Hz. Hüseyin'Kerbelâ' doğru sürükledi.

Ubeydullah b. Ziyad olayın ciddiyetini fevkalade kavramıştı. O sırada Merv valiliğine tayin edilmiş bulunan Ömer b. Sa'Kûfe' hazırlıklarını yapıyordu. Ancak Ubeydullah; Ömer b. Sa'#39;ı Hz. Hüseyin'karşı kullanmak istedi ve hemen ona emir vererek ordusuyla beraber Kerbelâ' gelmesini istedi. Ömer b. Sa' Hz. Hüseyin' karşısına çıkmak istemiyordu. Bu durumu anlayan İbn Ziyad: "eğer, onunla çarpışmaya gitmeyecek olursan, seni Merv valiliğinden azleder, evini yıkar, boynunu vururum" (Zehebî aynı yer) diyordu.

Durum giderek vahimleşiyordu. Hz. Hüseyin bu durumun önüne geçmek ve kanların akıtılmasına meydan vermemek amacıyla Ömer b. Sa'#39;a şu teklifleri yapmıştı: "Ey Ömer! Şu üç teklifimden birini kabul ediniz;

Bırakınız da ben, cihad etmek üzere, hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid' yanına varıp kendisiyle görüşeyim. Yahut dönüp Medine' gideyim" (Zehebî, A'acirc;mü'Nübela, 111, 208-209). Ama İbn Ziyâd bu teklifleri asla kabul etmiyor ve Hz. Hüseyin'artık bırakmak istemiyordu.

Ömer b. Sa'ise Hz. Hüseyin'karşı her hangi bir saldırıda bulunmuyor ve günler böyle geçip gidiyordu. Ubeydullah b. Ziyâd, son emrini verdi. Ömer b. Sa'#39;a yazdığı son emrinde şöyle diyordu:

"Ben seni, Hüseyin' günler geçiresin, onun selâmet ve bekâsını dileyesin ve benim katımda onun şefâatçısı, kayırıcısı olasın diye göndermedim. Ona ve adamlarına hemen teklif et; hükmüme boyun eğsinler. Eğer, sana teslim olurlarsa, onu ve etrafındakileri bana gönder. Şayet kabule yanaşmazlarsa üzerlerine yürü. Çünkü, o asi ve şakidir."

Bu emirden sonra Hz. Hüseyin'saldırılar başladı. Hz. Hüseyin' yanındaki bir avuç mücahid ve Ehl-i beytten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir direnç gösteriyor ve bir bir şehadet şerbetini içiyorlardı. En son Hz. Hüseyin kahramanca savaştı ve almış olduğu otuzüç mızrak ve otuzdört kılıç yarasıyla bedeni toprağa yığılırken, ruhu şehidlerin ruhlarına karışıyordu.

Kerbelâ' Hz. Hüseyin' akrabalarından yetmişiki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i beyt, tümden imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksensekiz kişi ölmüştü.

Hz. Hüseyin, Hicrî altmışbirinci yılın on Muharreminde şehid olmuştu. Şehid düştüğünde elliyedi yaşında idi.

Hz. Hüseyin' şehadeti Ömer b. Sa'#39;ı ve Yezid'derin bir şekilde etkilemiş ve üzülmelerine yol açmıştı. Ancak bu üzülmelerin ne anlamı olabilirdi. Hz. Hüseyin' şehadetine yol, açan öncelikle Yezid olmuştu.

Peygamber Efendimiz (s.a.s)' torununu ve büyük İslâm kahramanını canevinden vuranlara müslümanların iyi nazarla bakması ise asla mümkün değildir .

Merhum Mevdûdî Kerbelâ olayını ele aldığı "Hz. Hüseyin' Şehadeti Üzerine" adlı yazısında İslâmî yönetimin temel ilkeleri açısından Hz. Hüseyin' karşı çıktığı, reddettiği yönetimin durumunu şöyle belirler: "Yezid', babası Muâviye' halef tayin edilmesi, kişilerden Allah'305;n hakimiyetine dille inanmalarının istendiği monarşi türünün başlangıcının işaretidir. Uygulamada bütün önceki monarklar gibi müslüman yöneticiler de hâkimiyetin tek kaynağı imişcesine davranmışlardır, yani hakimiyet monarkın ve kanunî haleflerinindir. Monarkın hayat, mülkiyet, şeref ve tebaanın her şeyinin tartışmasız sahibi olduğu sanılmıştır. İslâm devletinin en önemli amacı Allah'305;n sevmediği kötülükleri önlemek ve yok etmek olduğu gibi, râzı olduğu iyilik ve faziletleri de yerleştirmek ve emretmek iken; otokratik yönetimlerin amacı arazi gasbetmek, mal-mülk sahibi olmak, haraç-vergi toplamak ve hayvanî arzuları doyurmaktan öte geçmiyordu. Bu dönemde müslüman yöneticiler ve hükümet Sezar'305;n ihtişam ve debdebesini adaletin yerine ise zulmü ve otoriteyi benimsediler. Lüks ve israf aldı yürüdü. Yöneticiler meşrû olanla gayri meşrû olanı birbirinden ayırmadılar. Politika artık ahlâktan yoksun hale gelmişti. Memurlar halkın içinde Allah korkusunu yerleştirmek yerine, onları kontrol altında tuttular, bilinçlerini artırma yerine, tahrik ve rüşvetle onları kazanmaya çalıştılar. Yezid' kendisine halef olarak atanmasıyla İslâmî yönetim sistemi temellerinden sarsılmış ve yerini babadan oğulla geçen bir monarşizme bırakmıştı. O andan itibaren halifenin seçimini belirleyen ilke askıya alınıp zeki ve zengin olanlar ümmetin serbest oylarıyla seçilme yerine, yönetimi birer birer ele geçirmişlerdir. Krallığın egemen olmasıyla birlikte şûrâ sistemi de köklü bir değişime uğradı. Monarşik yönetim kişisel ve despotik yöntemlere dayanıyordu. Artık şûrâ heyetinin üyeleri, prensler, dalkavuklar, saraylılar, eyalet valileri ve askerî komutanlar olmuştu. Kralların egemen olmasıyla birlikte vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşabiliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu. Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya özgürlüğünü yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarını istemek cesareti yoktu... Hilâfet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kıralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve meşru olsun olmasın rasgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu malını rasgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebileceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.

Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlâken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'n korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı" (Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985).

Emevilerle birlikte bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin' biat ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması elbette ki düşünülebilecek bir şey değildir. "Hüseyin' bu arzu edilmez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni işte budur. O, en kötü sonuçları bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye karar verdi. Bu yiğitçe karşı duruşun sonuçlarını herkes bilmiyordu. Hüseyin' kendisini ağır bir tehlikeye atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir mü'nin bu serveti korumak için hayatını feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir"

Böylesine önemli zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler olabilir. "Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçları önemsemez. Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir. Zulüm, sayı ve kaynak bakımından, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur gider. Böyle durumlarda şartları göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak Hakk'305;n koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir"

Hz. Hüseyin, hiç bir hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'adayan gerçek ve örnek müslüman tipini simgeler. Bir konuşmasında, "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti; tümüyle faziletten yoksun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her mü'nin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin' eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'Kelâm şöyle dile getirir: "Hüseyin Allah'305;n iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'305;n aşığı olmakta yarar görerek hayatını ortaya koydu. Bu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve Hak yolundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir."

Şâmil İA

ÜÇÜNCÜ İMAM HZ. İMAM HÜSEYİN'İN HAYATI VE KERBELA OLAYI 

Hz.İmâm Hüseyin, Hicret’in 4. yılında Şaban ayının 3. gününde Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmişlerdir. Hz.İmâm-ı Ali ile Hz.Fâtıma’tüz-Zehrâ’nın ikinci oğullarıdır. 

Hz.İmâm Hüseyin’in künyeleri; “Ebû Abdullah”, lâkapları; “Sıbt, Şehit, Tâbi’li emr’illah (Allah’ın emrine uyan), Zeki ve Mübârek” tir. Hz.İmâm’ın 5 erkek, 3 kız olmak üzere 8 evlâtları olmuştur. Erkek evlâdının üçünün adı Ali’dir; içlerinden sadece Ali Zeynel Âbidin kendilerinden sonra hayatta kalmış ve soyları Hz.İmâm Zeynel Âbidin Âli’den yürümüştür. Ali Ekber ile süt emer bir çağda bulunan Ali Asgar ise Kerbelâ’da şehit olmuşlardır.

Hz.Peygamber bir hadîslerinde; “Hüseyin bendendir, ben Hüseyin’denim; Hüseyin’i seveni Allah sever” buyurmuşlardır. Bu sözü söyleyenin kendi dileğine uyup söz söylemediği, sözünün vahye uygun olduğu Kurân-ı Kerîm’de; “(3) O, arzusuna göre söz söylemez. (4) O’nun sözü kendisine vahiy olunan bir vahiyden başka bir şey değildir” (Necm 3-4. âyetler) âyetleri ile bildirilen ve yine; “Elbette Rabbin sana ihsân edecek, sen de hoşnut olacaksın” (Duhâ 5.âyet) âyeti ile müjdelenen iki cihân serveri, Peygamberlerin sonuncusu ve adı Allah adından sonra anılan, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.Muhammed’dir.

Hz.Resûl-ü Ekrem’in, Hz.Fâtıma’nın evlerinin önünden geçerlerken, Hz.İmâm Hüseyin’in ağladıklarını duyup, Hz.Fâtıma’ya; “Bilmez misin ki onun ağlayışı beni incitir” buyurdukları da bildirilmektedir. 

Hz.Resûlullah yine bir hadîslerinde;
“Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin iki ulusudur” demiş; “Babalarının, onlardan da hayırlı” olduğunu buyurmuş ve onların; “Arşın iki küpesi” mesâbesinde olduklarını söylemiştir. Hz.Muhammed’in, bu iki göz nûru hakkındaki hadîslerini yazmaya kalksak ayrı ve büyük bir kitap olur. 

Hz.İmâm Hüseyin, babası Hz.Ali’nin yanından hiç ayrılmadı. Babası ile birlikte Cemel ve Sıffıyn savaşlarına katıldı. Bu savaşlarda yiğitliğini fazlası ile gösterdi ve kendisine herkesi hayran bıraktı.

Hz.İmâm Hüseyin dünyaya geldiğinde, Hz.Resûl-ü Ekrem’in; “Cebrâil’in onun şehâdetini kendilerine haber verdiğini” bildirdikleri rivâyet edilmiştir. Hz.Peygamber, Cebrâil Aleyhisselâm’dan bu haberi aldıklarında, İmâm Hüseyin’i kucaklarına alıp ağlamışlardı. Ümeys kızı Esmâ, ağlayışlarının sebebini sorunca, Hz.Peygamber; “Azgın bir tâife, onu öldürecek; onlar şefâatime nâil olamazlar” buyurmuşlar ve bunu Fâtıma’ya haber vermemesini söylemişlerdi. Hz.İmâm Hüseyin’in doğumlarından bir yıl sonra Hz.Peygamber’e, Hz.İmâm Hüseyin’in şehâdeti yine haber verilmişti. Mü’minler anası Ümmü Seleme’de kendi evinde, Hz.Resûl-ü Ekrem’in; “İmâm Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edileceğini” haber verdiklerini bildirmişlerdir.

Hz.İmâm Hüseyin, kardeşleri Hz.İmâm Hasan’ın, Muâviye ile uzlaştıklarını duyunca, huzûrlarına varıp sebebini sormuşlardı; aynı zamanda da ağlamaktaydılar. Hz.İmâm Hasan’ın kardeşine cevapları şu olmuştu; “Bundan önce babam Hz.Ali’nin uzlaşmasına sebep olan şey, bana da sebep oldu.”

Hiç şüphe yok ki bu soru, Hz.İmâm Hasan’a itiraz yollu sorulmamıştı; böyle bir şey olamazdı da. Ancak Hz.İmâm Hüseyin’in, bu sorusu ilerideki kıyâmlarına aykırı gibi görülen bu uzlaşmanın sebebini daha da açıklatmak içindi. 

Hz.İmâm Hasan’ın vefâtlarından sonra Iraklılar, Muâviye aleyhine hareket tasarlamışlar, Hz.İmâm Hüseyin’e bey’at etmek istemişlerdi. Hz.İmâm Hüseyin’den; “Muâviye ile aramızda uzlaşma var; onu bozmak olmaz; Muâviye ölünce bu iş için gereken şeyi yapacağım” cevabını almışlardı.

Hz.İmâm Hüseyin, kardeşleri Hz.İmâm Hasan’ın vefâtlarından 9 yıl sonra ve Muâviye’nin ölümünden 2 yıl önce Mekke’ye gitmişlerdir. Burada Hâşim oğullarıyla,“Ehl-i Beyt” dostlarını toplayıp onlara bir hutbe îrâd buyurmuşlar; “Ehl-i Beyt’e” ve “Ehl-i Beyt” Şîa’sına yapılan zulümlerden bahsedip demişlerdir ki;

“Bugün ben size bâzı şeyler sormak istiyorum; sözlerim doğruysa gerçekleyin; değilse yalanlayın; sözlerimi duyun, yazın, yayın; sonra şehirlerinize boylarınıza dönünce emin olduğunuz, inandığınız kişilere sözlerimi duyurun, onları çağırın; çünkü ben, bu gerçeğin sörpüp yıpranmasından, yitip gitmesinden korkuyorum; ama; «Allah, kâfirler hoşlanmasa da nûrunu parlatır»” (Saf 8. âyet)

Hz.İmâm bu hutbelerinde; 
“Zâlimlerin her tarafı tuttuğunu, Müslümanların onlara âdetâ kul-köle kesildiklerini, îmansız kişilerin iş başına geçtiklerini, inananlara acımadıklarını, zayıflara şiddetli davrandıklarını, bütün bunlara karşı da Allah’ın kendilerine ululuk ihsân ettiği kişilerin sustuklarını, bu yüzden gazaba uğramaları ihtimâlinin pek kuvvetli olduğunu anlatmışlar” ve hutbenin sonunda;

“Allahım” buyurmuşlardı; “Sen bilirsin ki bu sözlerim, hükmetmeye rağbetimden, mal-mülk elde etmeyi dilediğimden değil; ancak senin dîninin yollarını göstermek, şehirlerini mâmur bir hâle getirmek istediğimden. Böylece de mazlûm ve çâresiz kullarının esenliğe ulaşmalarını, emirlerini, hükümlerini yerine getirebilmelerini sağlamak istiyorum.” Ve sözlerini şöyle bitirmişlerdi;

“Ey halk, bize yardım etmezseniz, hakkımızda insâfa gelmezseniz, zâlimler size musallat olurlar; Peygamberimizin dîninin nûrunu söndürürler. «Allah bize yeter ve ona dayandık, ona yöneldik ve varıp gideceğimiz onun kapısıdır.» (Âli İmran 173. âyet)” 
Görülüyor ki Hz.İmâm Hüseyin kıyâma hazırlanmaktadır.

Muâviye, Hicret’in 54. yılının sonlarında oğlu Yezîd’i, halîfe olmak üzere yerine seçmişti. O yıl Şam halkı, Yezîd’e bey’at etmişler; Muâviye, Medine’ye gitmiş orada halka bu bey’at işini açmış, oğlunu övmüş, halkı bey’ate hazırlamaya çalışmıştı.

Hz.İmâm Hüseyin ve Hâşim oğulları bey’at etmemişlerdi; esâsen Hz.İmâm Hüseyin, Muâviye’ye de bey’at etmemiş ve Hz.İmâm Hasan bu hususta ısrar etmemesini Muâviye’ye söylemiş, o da kabûl etmişti.

Muâviye, Hicret’in 60. yılında, 83 yaşında iken öldü ve yerine oğlu Yezîd geçti. Yezîd’in o makama geçmesi ile Müslümanlık; Saltanatı sarayıyla-debdebesiyle, vezirleriyle- nedimleriyle, ordusuyla-kumandanlarıyla, zindanıyla-cellâdıyla, ihsânıyla-in’âmıyla, zulmüyle-kahrıyla ve saltanat hânedanıyla-keyfi idâresiyle, hazînesiyle ve yoksul sürünen halkıyla kurulmuştu.

Ahlâk selâmeti, bencillikten, benlikten çekinmek esası, insan birliği ve eşitliği üzerine kurulmuş olan İslâm dîni; Câhiliyye devrindeki soy-boy rekabetinin yeniden canlanması, halka emredip dünyayı sömürme gayreti, zenginliğin gözleri kamaştırması, gönülleri avuç içine alması, meşrû mülkiyetin, gayri meşrû mâlikânecilik şekline girmesi, yüzünden bu hâle gelmişti.

Bu dönemde Hz.Resûlullah’ın bıraktığı iki emânetten biri olan Kur’ân’ı Kerîm’in hükmü isteğe uyduruluyordu; “Ehl-i Beyt’i” ise her yerde kahrediliyordu artık. Bu zulme karşı çıkanlar; İslâm’ın esasını korumak için canlarını fedâ edenler ise İslâm arasına ayrılık sokanlar diye tanıtılıyordu.
Hz.İmâm Hüseyin, Yezîd’in yaptığı bu hareketlerden dolayı, Medine’de kendilerine rastlayan ve Yezîd’e bey’at etmesini öğütleyen Mervan’ın sözlerine karşı; 

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn” (Biz, Allah’ın kullarıyız, ancak O’na döneriz, musîbetlerine râzıyız.) (Bakara 156.âyet) âyetini okuduktan sonra; “Esenlik İslâm’a” buyurmuş ve “Başımız sağ olsun; çünkü ümmet, Yezîd gibi birinin hükmü altına girmekle büyük bir belâya uğradı” demiştir.

Yezîd, Medine Vâlisi Utbe oğlu Velîd’e; “Hz.İmâm Hüseyin’den hemen bey’at almasını, bu hususta hiçbir geciktirmeye meydan vermemesini emreden” bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Medine Vâlisi Velîd tarafından, Hz.İmâm Hüseyin’e derhal haber gönderildi ve çağrıldı.

Hz.İmâm Hüseyin, böyle mühim bir işin, husûsi bir mecliste, âdetâ gizlice olup bitmesinin doğru olmadığını, halk toplanınca o vakit ne yapılması gerekse yapılacağını bildirdiler. 

Hz.İmâm Hüseyin kendisine yapılan bu resmi bey’ate dâvetten bir gün sonra, Hicri 60.yılı Recep ayının 29. günü; Hz.Resûlullah’ın, Hz.Fâtıma’tüz Zehrâ’nın ve “Ehl-i Beyt’in” kabirlerini ziyaret edip, Medine-i Münevvere’den çıktılar ve Mekke-i Mükerreme’nin yolunu tuttular. Hz.İmâm Hüseyin Mekke’ye hareketlerinden önce, Hâşim oğullarına; 

“Kendileriyle gelenlerin şehit olacaklarını, fakat kendilerine uymayıp kalanların da bir fethe, bir huzûra erişemeyeceklerini bildiren muhtasar bir mektup yazdılar. Ayrıca kardeşleri Muhammed Hanefiyye’ye yazılı bir vasiyyetnâme verdiler. Bu vasiyyetnâmede Allah’ın birliğine, Hz.Muhammed’in risâletine, şehâdetle başlıyor; âhiretin, cennetin, cehennemin gerçek olduğunu bildiriyor, sonra kıyâmlarının hedefini anlatıyordu; serkeşlik, fesat koparmak, zulmetmek için kıyâm etmediklerini, cedlerinin ümmetini düzene sokmak, ma’rufu buyurmak, münkeri nehyetmek, cedlerinin ve babalarının yolunda yürümek için bu işe giriştiklerini, amaçlarını kabûl edip dâvetlerine uyanlardan memnun olacaklarını, kabûl etmeyip kendilerine yardımda bulunmayanlara, hatta kendileriyle savaşa kalkışanlara, sabırla karşı duracaklarını, bir tek kişi kalsalar da yine bu yolu bırakmayacaklarını” ifade ediyorlar; “Ancak Allah’a dayandıklarını” bildiriyorlardı.

Mü’minler anası Ümmü Seleme;
“Oğulcağızım, Irak’a gitmekle beni hüzünlere boğma; çünkü ben ceddinden; «Oğlum Hüseyin Irak’ta, Kerbelâ denilen yerde şehit edilecek» sözünü duydum” demişti.

Hz.İmâm Hüseyin:
“Ana” buyurmuşlardı; “Vallâhi ben bunu daha iyi biliyorum, çâre yok, öldürüleceğim ben; öldürüleceğim günü, beni kimin şehit edeceğini, nereye defnedileceğimi, «Ehl-i Beyt’im»den kimlerin şehit edileceklerini, hepsini biliyorum; istersen şehit edileceğim ve defnolunacağım yeri sana da göstereyim” buyurmuşlar ve Kerbelâ yönünü işaret eylemişlerdi.

Hz.İmâm Hüseyin, Hicret’in 60.yılı Şaban ayının 4.günü Mekke’ye vardı. Bunun üzerine Kûfe’liler, Hz.İmâm Hüseyin’e yardım edeceklerine söz vermişler, kendilerine Irak’a gelmeleri için mektuplar yollamaya başlamışlardı.
Hz.İmâm Hüseyin, kendilerinden önce Kûfe’ye amcaları Akiyl’in oğlu Müslim’i, ahvâli anlamaya, halktan kendilerine bey’at almaya ve sonucu kendilerine bildirmeye memûr ederek göndermişlerdi.

Müslim Akiyl, Medine’de Hz.Peygamber’in kabrini ziyaret ettikten sonra Kûfe’ye yöneldi ve oraya ulaştı. Kûfeliler Muhtar’ın evinde, Hz.İmâm Hüseyin adına Müslim Akiyl’e gelip bey’at etmeye başladılar. Çeşitli rivâyetlere göre; Müslim’e onsekiz veya yirmisekiz bin kişi bey’at etmişti.

Kûfelilerden Ümeyye oğulları tarafını güdenler, Kûfe Vâlisi Numân’ın bu hâle bir çare bulamayacağını, çetin birinin Kûfe’ye Vâli olarak gönderilmesini Yezîd’e bildirdiler. Yezîd bunun üzerine Ubeydullah İbn-i Ziyad’ı Kûfe’ye Vâli tâyin etmişti. Ubeydullah Kûfe’ye vardığının ertesi günü, halkı mescide toplayıp; “Kimin evinde Yezîd’e isyân eden biri bulunursa onu, evinin kapısında astıracağını” söyledi; onları korkuttu. “Kendisine yardım edenlere para-pul vereceğini” söylemeyi de ihmal etmedi.

Kûfe’de bulunan Müslim Akiyl, bunu duyunca Muhtar’ın evinden çıkıp, Urve oğlu Hânî’nin evine gitti. Hânî, Ali dostlarındandı. Ubeydullah’ın adamları ise her yerde Müslim’i arıyorlardı. Sonunda Müslim’i “Ehl-i Beyt” dostlarından bir kadın evine aldı. Kadının oğlu ise gizlice bu haberi Ubeydullah’a ulaştırdı. Ubeydullah, hemen Eş’asoğlu’nu yetmiş kişiyle gönderdi, evi kuşattılar. Müslim Akiyl kaldığı evden çıkıp tek başına onlarla savaşa başladı, karşısına çıkanlardan vurduğunu düşürüyordu. Bu savaşta Müslim Akiyl’in yardımcısı da yoktu. Bu arada Müslim Akiyl yaralar almış, kan içindeydi, yine de savaşıyordu. “Ehl-i Beyt” düşmanları damlara çıkmışlardı; Müslim Akiyl’e taş yağdırıyorlardı. Sonunda Müslim Akiyl’i tuttular ve Ubeydullah’ın yanına götürdüler. Ubeydullah’ın adamları Müslim Akiyl’i Hükümet konağının damına çıkardılar. 

Müslim Akiyl; “Allahım” buyurdu; “Bizi aldatan, bize yalan söyleyen bu toplumla aramızda sen hükümcü ol.” Sonra Hicâz’a döndü; “Selâm sana yâ Hüseyin” dedi. Bu sözlerden sonra Müslim Akiyl Hazretlerini orada şehit ettiler. Müslim Akiyl Hicretin 60.yılı Zilhicce ayının 8. günü şehit edildi. 

Hz.İmâm Hüseyin’de o gün “Ehl-i Beyt’i” ile Irak’a doğru yola çıkmışlardı. Hz.İmâm Mekke’de kan dökülmemesini istiyordu. Biliyordu ki; Yezîd kan dökmekten çekinmeyecekti. Bunu kardeşi Muhammed’e de anlatmıştı. 
Kardeşi Muhammed; “Peki” dedi; “Bari bu çoluğu-çocuğu götürme.” 

Hz.İmâm Hüseyin, kardeşine:
“Rüyada Hz.Peygamber’i gördüğünü, Irak’a gitmesini emrettiğini, Allah’ın kendisini kana bulanmış, çoluğunun çocuğunun esir edilmiş olarak görmek istediğini” bildirdiğini söyledi. Hz.İmâm bu konuda diğer yakınlarının ricâlarına da aynı cevabı verdi.

Hz.İmâm Hüseyin, Yezîd’e bey’at etmemeyi ve bu zâlim iktidara karşı gelmeyi, îmanı ve İslâm’ı korumayı kendisine farz bilmişti.

Hz.İmâm Hüseyin; Cuma hutbelerinde, Hz.Ali’ye ve “Ehl-i Beyt’e” hâşâ sövmeyi ve zulmü âdet edinen bu toplumun haksızlığını; kendine, evlâdına ve ayâline yapılan bu zulümleri; Müslümanlara yaymak, gerçeği-hakikatı gözü açık olanlara, gönüllerinde îman bulunanlara bildirmek; izzetle ölmenin, zilletle yaşamaktan çok üstün olduğunu İslâm ve insanlık tarihine kanıyla yazmak istiyordu.

Hz.İmâm Hüseyin, Kûfe’ye hareketlerinden önce topluluğa şu kısa hutbeyi beyân buyurmuşlardı:

“Hamd Allah’a, Allah neyi dilerse o olur; güç kuvvet, ancak onunla elde edilir. Salât-ü selâm Resûl’üne. 

Ölüm, genç kızın boynuna takılan gerdanlık gibi Âdem oğullarının boyunlarına takılmıştır; onlara ezelden yazılmıştır. Yâkub, nasıl Yûsuf’u özlediyse ben de geçmişlerimi öylesine özlemişimdir ve ulaşacağım şehâdet yerini Allah benim için hazırlamıştır. Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış olan ölümden kurtuluş yoktur. Biz «Ehl-i Beyt», Allah’ın rızâsına uymuşuz; ondan râzıyım; belâsına sabrederiz; sabredenlerin ecirlerine ereriz. Hz.Resûlullah’ın bedeninden bir parçanın ondan ayrılmasına imkân yoktur; o kutluluk yerinde cennette onunla beraberdir; onun gözü, bizimle aydınlanacaktır; vaadine, bizimle vefâ edecektir. Bize canını fedâ etmeye, bizimle can vermeye hazır olanlar, Allah’a kavuşacaklarına tam inançla inanmış bulunanlar, bizimle gelirler; ben Allah dilerse sabahleyin hareket ediyorum.”

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Hz.İmâm Hüseyin bu kıyâmın –karşı duruşun- sonunda, kendilerinin de, kendilerine uyanların da şehit olacaklarını kesin olarak biliyorlardı.

Burada özetle şunu arz edelim ki; Hz.İmâm Hüseyin bu kıyâmıyla –karşı duruşuyla-; dîni ihyâ etmiş –yeniden diriltmiş- ve “Ehl-i Beyt’e” karşı yapılan zulümleri, dîne karşı olanların zâlimliklerini gözler önüne sermiştir.

Hz.İmâm’a, Kûfe’den gelen birisi Müslim Akiyl’in şehâdet haberini verdi. Hz.İmâm Hüseyin bu şehâdet haberini alınca;

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn!” (Biz Allah’ın kullarıyız, ancak O’na döneriz, musîbetlerine râzıyız.) (Bakara 156.âyet) dedi ve pek kederlendi, ağladı.

Bu gelen haber üzerine Hz.İmâm Hüseyin’e, Kûfe’ye gitmeyelim diyenler oldu. Bu arada Müslim Akiyl’in çocukları;

“Yâ İmâm” dediler; “Kûfelilerden Müslim’in kanını almayınca bizim dönmemiz mümkün değildir! Hiç kimse gitmese bile bari biz gidelim, ya intikam alırız, ya şehâdete erişiriz.”

Hz.İmâm:
“Bunlardan sonra, yaşayışta hayır yok” dedi. Sonunda hepsi Kûfe’ye gitmeye azmettiler.

Yine rivâyet ederler ki; Hz.İmâm Hüseyin yolda giderlerken bir yerde konaklamış, Zeyneb’in dizine mübarek başını koyup uykuya dalmıştı. Birdenbire sıkıntı ile uyandı. Nemli gözlerinden yaş dökülüyordu.
Ümmü Gülsüm dedi ki:
“Yâ Hüseyin niçin ağlıyorsun!”
Hz.İmâm cevap verdi:
“Şimdi düşümde dedem Hz.Peygamber’i gördüm. Ağlayarak bana dedi ki; «Ey Hüseyin! Birbirimize kavuşmamız yaklaştı!»”
Ümmü Gülsüm ağladı. Oğlu Ali Ekber babasına sordu:
“Ey İmâm, düşmanlarımızla çarpıştığımızda Hak bizim tarafımızda mıdır, yoksa onların tarafında mı?”
Hz.İmâm:
“Kulların dönüp mânevi huzûruna varacağı Allah’a andolsun” buyurdu; “Hak bizdedir, biz Hak ile beraberiz” dedi.
Ali Ekber:
“Babacığım” dedi; “Hak bizde olduktan sonra ölümden ne pervâmız olabilir. Her ne cefa düşünülmüş olsa da gam değil!”

Hz.İmâm bu sözler üzerine oğluna hayır duâda bulundu. Hz.İmâm buradan da yola devam ederek “Katkatane” denilen bir yere indiler. Hz.İmâm burada bütün askerlerini topladı. Onlara Müslim Akiyl’in şehit olduğunu ve Kûfelilerin ihânet ettiklerini açıkladıktan sonra şöyle buyurdu:

“Ey kavmim! Kûfelilerin ahidlerini bozarak Müslim Akiyl’i şehit ettikleri kesin suretle anlaşıldı. Yezîd’in askeri vuruşmak ve öldürmek için etrafımızı çepeçevre sarmıştır. Biliyorum ki, şehit olmak gerçeği bana zafer ve nusret vermez, şecâat gayreti de geri dönmeyi câiz görmez. Herhâlde bu belâ denizine dalmak lâzım geliyor. Sizin hepinize ruhsat ve izin veriyorum. Kurtuluş kapıları kapanmadan kendinizi selâmete doğru çekip bu tefrikadan emin olunuz.”

Rivâyet olunur ki; Hz.İmâm Hüseyin’in bu sözlerinden sonra o topluluktan o vakte kadar hatırlarında henüz dünyadan faydalanmak şüphesi kalanlar, Hz.İmâm’la alâkayı kestiler. Sevgi davasında sabit kalanlar ise Allah’ın yazdığı kazâ ve kadere râzı olup şöyle figân ettiler:

“Ey doğru yolu gösteren! Ey sırât-ı müstakimin yol göstericisi! Biz senin yanında hidâyet yolunun yolcusu iken, bize imtihanla tasalanma çölünün yolunu gösterme.” Gerçekten de bu zamanda saâdetle şakavet birbirinden ayrıldı. Saîd ile şakî imtihanla belli oldu. 

Hz.İmâm Hüseyin yola devam ederken sahrada, Riyâhi oğlu Hur’un askerleri ile karşı karşıya geldi. Hz.İmâm bunların hallerini tahkik etmek için o askerlerin başbuğlarının çağrılmasını buyurdu. Riyâhi oğlu Hur, hiç çekinmeden Hz.İmâm’ın karşına geldi.

Hz.İmâm onun ismini, hûviyyetini sordu ve;
“Ey Hur, bizim lehimiz için mi, aleyhimiz için mi geldin? Yâni bana yardıma mı, yoksa benimle cenge mi geldin?”

Hur cevap verdi:
“Yâ İmâm! Ubeydullah İbn-i Ziyad tarafından senin yanında bulunmaya ve senin Kûfe’den başka bir yere gitmene müsâade etmemeğe memurum!”

Hz.İmâm:
“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh (Allah’tan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur)” dedi ve ilâve etti; “Ey Hur. Şimdi namaz kılalım, sonra nereye gideceksek oraya gidelim!”

Hur cevap verdi:
“Ey Resûl’ün oğlu! Sen zamanın imâmısın, imâmlık et sana uyalım.”

Hz.İmâm, Hur’a:
“Allah sana iyilik versin!” dedi.

Hep beraber namaz kılındıktan sonra Hz.İmâm Hüseyin Allah’a hamd-ü senâ, Resûl’üne salât-ü selâmdan sonra beliğ bir hutbe beyân buyurdu ve Kûfe ahalisini kendisine muhatap tutarak vaazını şöyle sürdürdü:

“Ey Muhammed ümmeti! Benim, Yezîd’in boyunduruğu altına girmem münasip görülmeyip, onun makbûl sayılmayan itâatinin altına geçmediğim apâşikâr anlaşılmıştı. Mekke’de karar kılıp oturuyordum. Siz ey Kûfeliler, bana tevâtürlü mektuplar gönderdiniz. Sevgi ve saygı arzettiniz. «İmâmımız, uyacak kimsemiz yok!» diyerek benim buraya gelmeme lüzûm gösterdiniz. Eğer hâlâ o kararda iseniz ben bana lâzım olanı yaptım. Siz de kendinize düşeni yapınız. Eğer saâdet mülküne gitmekte dünya sevgisi çölünün dikeni eteğinize yapışmış ise ve yaptığınız işe pişman iseniz yolumun dikeni olmayın! Geldiğim gibi dönüp gideyim. Çünkü ben bu diyâra gelmeyi savaşmak ve öldürmek için kendi re’yimle, arzumla istemiş değilim. Kan dökülmesine de râzı değilim.”

Hur:
“Ey Ali oğlu Hüseyin, benim bu mektuplardan haberim yoktur” dedi.

Hz.İmâm:
“Senin haberin yoksa askerinin arasında haberleri olanlar çoktur” dedi. Sonra o mektupları orada hazır bulunanlara gösterdi, onları utandırdı.

Bu sırada Kûfe tarafından altı kişi acele ile gelerek, Ubeydullah İbn-i Ziyad’dan Hur’a bir mektup getirdiler. Gelen mektupta; “Hz.İmâm Hüseyin’in hemen hücum edilip yakalanarak Kûfe’ye getirilmesi” isteniyordu. Hur o mektubu okuduktan sonra mektubu Hz.İmâm Hüseyin’e göstererek dedi ki;

“Ey Haşîmi Peygamberinin kıymetlisi! Ubeydullah İbn-i Ziyad senin hususunda ne kadar ihtimâm ediyor. Ben senin hakkında ne tedbir alayım diye hayretteyim ve eğer seni affedip bıraksam Ubeydullah İbn-i Ziyad’dan korkarım. Eğer sana kıyarsam Allah’ımdan korkarım. Ama Allah korkusu, Ubeydullah İbn-i Ziyad korkusuna galiptir. Fakat vuruşma ve öldürüşmenin anlaşmaya, arkadaşlığa döneceğini ve Hak’kın bana size tâbi olmanın devleti içinde saâdeti müyesser edeceğini umarım. En iyisi şudur ki, gece karanlığı bastığı zaman göçüp ne tarafa murad ederseniz gidersiniz.”

****************************************************************************

 “Allah’ın ayı Muharrem” olarak bilinen Muharrem ayı, İlahi bereket ve feyzin, Rabbani ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır.

Allah’ın ayı, günü ve yılı olmaz, ancak Allah’ın rahmetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.
Âşura Günü ise Muharrem’in 10. günüdür. Âşura Gününün Allah katında ayrı bir yeri vardır. Bugünde Cenâb-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bulunmuş ve kudsiyetini arttırmıştır. Bu günlerde oruç tutmak çok faziletlidir.
Hicrî Senenin ilk ayı olan Muharrem ayının 10. günü Âşura Günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, Âşura Gününün de diğer günler içinde daha mübarek ve bereketli bir konumu bulunmaktadır.
Âşura Gününün Allah katında da çok seçkin bir yerinin olduğunu Fecr Sûresinin ikinci âyeti olan “On geceye yemin olsun” ifâdelerinin tefsirinden öğrenmekteyiz.
Bazı tefsirlerimizde bu on gecenin Muharrem’in Âşurasine kadar geçen gece olduğu beyan edilmektedir.(1)

Cenâb-ı Hak bu gecelere yemin ederek onların kudsiyet ve bereketini bildirmektedir.

Bugüne “Âşura” denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Hadis kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hak on peygamberine on değişik ikram ve ihsan ettiği içindir.
Bu ikramlar şöyle belirtilmektedir:

1. Allah, Hz. Musa’ya (a.s.) Âşura Gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
2. Hz. Nuh (a.s.) gemisini Cûdi Dağının üzerine Âşura Gününde demirlemiştir.
3. Hz. Yunus (a.s.) balığın karnından Âşura Günü kurtulmuştur.
4. Hz. Âdem’in (a.s.) tevbesi Âşura Günü kabul edilmiştir.
5. Hz. Yusuf kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan Âşura Günü çıkarılmıştır.
6. Hz. İsa (a-s.) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
7. Hz. Davud’un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
8. Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
9. Hz. Yakub’un (a.s.), oğlu Hz.Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.(2)
Kabe’nin örtüsü ise daha önceleri Âşura gününde değiştirilirdi.
İşte böylesine mânalı ve kudsî hâdiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün ve gece, Saadet Asrından beri Müslümanlarca hep kutlana gelmiştir.
Bugünlerde ibadet için daha çok zaman ayırmışlar, başka günlere nisbetle daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır.
Çünkü, Cenab-ı Hakkın bugünlerde yapılan ibadetleri, edilen tevbeleri kabul edeceğine dair hadisler mevcuttur.
Âşura Gününde ilk akla gelen ibadet ise, oruç tutmaktır.
Muharrem ayı ve Âşura Günü, Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da mukaddes sayılırdı.
Nitekim, Peygamberimiz Hz. Muhammed Medine’ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi.
“Bu ne orucudur?” diye sordu.
Yahudiler, “Bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı Firavun’u boğdurduğu gündür.
Hz. Musa (a.s.) şükür olarak bugün oruç tutmuştur” dediler.
Bunun üzerine Hz. Muhammed'de, “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.(3)
Aşûra günü yalnız ehl-i kitap arasında değil, Nuh Aleyhisselâmdan itibaren mukaddes olarak biliniyor, İslam öncesi Cahiliye dönemi Arapları arasında İbrahim Aleyhisselâmdan beri mukaddes bir gün olarak biliniyor ve oruç tutuluyordu.

“Âşûrâ, Kureyş kabilesinin Cahiliye döneminde oruç tuttuğu bir gündü.
Resulullah da buna uygun hareket ediyordu.
Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretti.

Âşura orucunun fazileti hakkında da şu mealde hadisler zikredilmektedir.
Bir zat Peygamberimize geldi ve sordu:

“Ramazan’dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?”
Peygamberimiz de, “Muharrem ayında oruç tut. Çünkü o, Allah’ın ayıdır. Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir kavmin tevbesini kabul etmiş ve o günde başka bir kavmi de affedebilir” buyurdu.(5)
Yine Tirmizi’de de geçen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Âşura Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.”(6)
en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur”(7) hadis-i şerifi ise, bu günlerde tutulan orucun faziletini ifade etmektedir.
Bu hadisin açıklamasında İmam-ı Gazali, “Muharrem ayı Hicrî senenin başlangıcıdır. Böyle bir yılı oruç gibi hayırlı bir temele dayamak daha güzel olur.
Bereketinin devamı da daha fazla ümit edilir” demektedir.
Gerek Yahudilere benzememek, gerekse orucu tam Âşura Gününe denk getirmemek için, Muharrem’in dokuzuncu, onuncu ve on birinci günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.
Bu mânâdaki bir hadisi İbni Abbas rivayet etmektedir.
Bunun için, müstehap olan, aşure Gününü ortalayarak, bir gün önce veya bir gün sonra oruç tutmaktır.
Bu günde oruçtan başka hayır, hasenat ve sadaka gibi güzel âdetlerin de yaşatılması isabetli ve yerinde olacaktır.
Herkes imkânı nisbetinde ailesine, akraba ve komşularına ikramda bulunur; bugünlerin faziletini bildiren hâdiseleri hatırlayarak ihsanda bulunursa şüphesiz sevabını kat kat alacaktır.
Bilhassa, Peygamberimiz, mü’minin aile efradına Âşura Gününde her zamankinden daha çok ikramda bulunmasını tavsiye etmiştir.
Bîr hadiste şöyle buyurular: “Her kim Aşura Gününde ailesine ve ev halkına ikramda bulunursa, Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.”(9) Bu aile mefhumunun içine akrabalar, yetimler, kimsesizler, konu komşular da girmektedir.
Fakat, bunun İçin fazla külfete girmeye, aile bütçesini zorlamaya lüzum yoktur.
Herkes imkânı ölçüsünde ikram eder.
Âşura gününün manevi ve berraklığı üzerinde Kerbela karanlığının kesafeti de görülmektedir.
61. hicret yılının Muharrem’ine ait 10. gününde Hazret-i İmam Hüseyin (r.a.) 55 yaşında iken Sinan bin Enes isimli bir hain tarafından Kerbelâ’da hunharca şehit edilmiştir.
Bu gadr ve zulmün arkasında Emevi Halifesi Yezid, onun Küfe valisi İbni Ziyad vardır.
Yarım asır öncesinden Peygamberimizin bizzat haber verildiği bu ciğerleri yakan olay Hazret-i Hüseyin’i Cennet gençlerinin efendisi olma şanına yüceltmiştir.


"Bu dünyadan bir "Garip Mirto" sessizce gelip geçti"
Hayalfm Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol